Bir kule
öyküsüdür bu …
Dinleyenlerin,
yaşanılan ve kulaktan kulağa aktarılarak anlatılan olayları
tıpkı kendi başlarına gelmişçesine yüreklerini burkarak
dinledikleri, Habil’le Kabil’in yaşadıklarını
anımsatan türden kadim bir dünya gerçeğinin farklı anlatımından
başka bir şey değildir. Öykümüz ne yazık ki yazılı olarak
ulaşmadı bizlere. Her dinleyenin kendinden bir parça kattığı,
her duyanın kendince yeniden yorumladığı bir anlatım
silsilesinden sonra, berraklığını yitirerek bulanıklaşan, kimi
özel ayrıntılarından uzaklaşan o parçalanmış bütünlüğünden
süzülerek günümüze ulaştı.
Yıllar
öncesinde, mert olmanın erdem sayıldığı, sadakatin ve vefanın
tıpkı bir inanç gibi yüreklerde kök saldığı, insanların
karşılıklı konuşmalarda birbirlerini sabırla dinledikleri,
anladıkları, sadaktan oka uzanan ellerin henüz topla tüfekle
tanışmadıkları bir çağda, masal diyarları kadar gizemli, ucu
bulutlara değen kuleler diyarı bir ülkede iki kardeş yaşarmış.
Gerçekten, kan
bağıyla bağlı birbirlerinin kardeşiymiş bunlar. Yoksa sonradan
oluşan ve bazıları gerçek kardeşten bile daha sıkı bağlarla
birbirlerine bağlı olan o duygu kardeşliği türünden değilmiş
onların ki. Üstelik bunlar birbirlerine tıpatıp benzeyen iki
kardeşmiş; İkizlermiş. Öyle ki onları dünyaya getiren cefakar
anaları, büyüyüp civan delikanlı olmalarını bekleyen yiğit
babalarının bile ayırt edemeyeceği kadar birbirlerine
benzerlermiş.
Günler hızla
akarak geçmiş. İkiz kardeşler, bazen, kıvrak dansların oynandığı
düğün gecelerinde, gökteki yıldızlara benzeyen o iri şehla
gözleriyle kaçamak bakışlar fırlattıkları, gülünce çevrelerine
bahar esintileri sunan ceylan bakışlı genç kızlara, bazen da
birlikte en güzel şölenlere gittikleri, türlü avlara çıktıkları
gururlu delikanlılara, birbirlerine benzerliklerinden
yararlandıkları eğlenceli şakalar yaparak geçirdikleri çocukluk
yıllarını geride bırakılıp serpilip büyümüşler.
Dedik ya! Bazen
anlatılanlar, anlatanların ağzından berraklığını yitirip
bulanıklaşarak ulaşır sonrasına. Öykümüzün de böylesi bir
akıbete uğradığını sanıyorum. Belki de anlatanın tam olarak
anlatmak istememesinden dolayı “neden?” olduğunu tam
bilemediğimiz bir sebepten, gerçekte kardeşler arasında olmaması
gereken birtakım tatsız olaylar olmuş. Bir beden kadar birbirine
yakın iki kardeş, iki ayrı alem kadar birbirine uzak düşmüşler.
Artık, nazara mı geldiler! dersiniz, yoksa bir masumun ahını mı
aldılar! Ne derseniz deyin. Okun yaydan çıkması gibi geri dönüşü
olmayan bir ayrılık iki kardeşi birbirlerinin can düşmanı
edivermiş. Tanrı kimseye yaşatmasın, ne zordur insanın sevdiği
bir yürek parçasından ayrılmak! Hele, parçalanmış bir
birliktelik sonunda aynı çevrede yaşamak. Her atılan adımda
karşılaşmak, yüz yüze gelecek kadar yakın, nefes alışını duyacak
kadar birbirlerinin yanı başında olmak ve böyle yaşamak zorunda
kalmak! Ne acıdır. Kaf dağına zincirlenmiş Prometheus’un her gün
kartallarca yenilendikten sonra tekrar iyileşen, dinmeyen ciğer
acısı bu tür bir acıya örnek olabilir ancak!
İki kardeşin
arasındaki düşmanlığa, çok uğraşmalarına rağmen bir türlü son
veremeyen biçare ana ve baba da genç denilecek yaşlarda gözleri
açık ölüp gitmişler. Onların cenazelerinde bile birbirlerinin
yüzüne bakmamış iki kardeş. Kuleler diyarı bu ülkenin insanı hep
böyle imiş. Dostlukları kadar kinleri de sınırsızmış. İki kardeş
bu düşmanlık içerisinde yıllar geçirmişler.
Ülkede eski bir
adet olarak evlilik yaşına gelen ve bir düşmanı olan hemen
kendine bir kule dikermiş. İki kardeş de girişmişler böylesi bir
işe. Her ikisi de babalarından kalan toprağın bir köşesinde
kuleleri için en uygun yeri tespit etmişler. Üzerine bir kase
süt döktükleri kayalıkların, sütü kıpırtısız ve düzgün olarak
tuttuğu yüzeylerini yatay eksen olarak belirleyerek, kulelerini
inşa ettirmişler. Aylar sonra iki kardeşe ait iki kule heybetli
mi heybetli, yüksek mi yüksek birbiriyle karşılıklı
yarışırcasına göğe yükselmiş. Herkes hayran olmuş bu iki kuleye.
İki kardeş böylece kendi kulelerinde yaşamaya başlamışlar.
Düşman
kardeşler kulelerinde yaşamaya başladıklarından sonra bir
avcının avını sinsice beklemesi gibi birbirlerini de gözden
kaybetmiyorlarmış. Bazen, nazire yaparcasına ve birbirlerine
gözdağı verircesine kulelerinin tam tepesinden yukarıda uçan
kartalları avlıyorlarmış.
Gençlik,
baharda eriyen karlar gibidir, böylece günler geçmiş. Yalnızlık
ise Tanrısal bir var olma biçimidir bu yüzden katlanılması kolay
değildir insan için.
İki kardeş de
artık sıkılmaya başlamışlar yalnızlıktan. Kardeşlerden birisi
bir süre sonra ortalıktan kaybolmuş. Onu her zaman gördüğü
kulede göremeyen kardeşi içten içe meraklanmış bu işe. Ama -iki
kardeşin arasındaki o görülmemiş iflah olmaz düşmanlığın
bezginliğiyle, onlardan yılgınlaşıp uzaklaşan- tüm yakınlarını
kaybetmiş olmanın verdiği çaresizlikle, kardeşine ne olduğunu
soracak birisi de yokmuş çevresinde. Böylece o da günden güne
artan bir merakla bekler olmuş kardeşini.
Haftalar sonra
bir seher vakti, kardeşinin -uzun zamandır duymadığı ama bir
anda kendisini de mutlu çocukluk günlerine döndüren- sevinç ve
neşe dolu sesiyle uyanmış. Merakla kulenin küçük mazgal
penceresine koşmuş. Gördüğü manzara karşısında içinde
kıskançlık, hüzün ve sevincin birbirine karıştığı tarifini
yapamadığı duygular oluşmuş. Kardeşinin kaybolduğunda nerede
olduğunu hemen o anda anlamış. O yalnız değilmiş artık. Ona neşe
ve sevinç veren dünyalar güzeli bir eşe sahipmiş.
Hayatında
sevdiği-sevildiği bir eş olursa bir kule insanı ne ister? Evli
kardeş, yakın ve kardeş bir ülkeden getirdiği dil
bilmez-becerili karısıyla mutlu bir hayata başlayınca, karşı
kulede yaşayan kardeşini de eskisi kadar önemsemez olmuş.
Aslında düşmanlıkların sürmesinde de taraflar arasında hiç
kesilmeyen gizli bir iletişim hatta dayanışma vardır. Ne zaman
ki düşmanınızı artık eskisi kadar önemsemez, hatta karşınızdan
gelse, yanınızdan geçse bile görmezsiniz. İşte o zaman ona en
büyük ve öldürücü darbeyi vurmuş olursunuz. Hem de yaptığınızın
hiç farkına varamadan. İnsan böyledir işte.
Kardeşlerden
yalnız yaşayan da artık dikkate alınmadığını ve önemsenmediğini
hissetmeye başlamış. İçinin ta derinliklerinde yok olan
kardeşliğinin gerçekten o yürek yıkan katlanılması çok zor
acısını hissetmiş. Bu acı daha da kinlendirmiş kendisini.
Kardeşine karşı içi, günden güne artan bir hınçla dolmaya
başlamış. Kardeşinin kulesinin altındaki bahçesinde şevkle
çalışmasını gördüğünde, eşine gülerek bir bakışını ya da bir
anlık dokunuşunu yakaladığında, bütün bu davranışları kendisine
karşı yapılan bir nazire, kıskandırma olarak algılamaya
başlamış. İnsanın içine bir kere vesvese girmeye görsün, hele bu
hastalıklı bir kıskançlıkla yoğrulduğunda tarlaya düşen
ayrıkotları gibi büyüdükçe büyür yayıldıkça yayılır. O da
günlerce düşünmüş, mutluluğuyla kendisini çatlatan kardeşine
nasıl bir karşılık verebileceğini! Sonunda aklına, çocukluk
günlerinde birbirlerine olan benzerlikten yararlanarak
arkadaşlarına yaptıkları o muzip şakalar gelmiş. Sonra da
yapacağı işin olası sonucunu düşünmeden uygulamaya koyulmuş.
Günler sonra
bir gün kardeşinin kuleden ayrılıp eşini yalnız bıraktığı bir
vakitte, onunla aynı kıyafeti giyerek kardeşinin kulesine
girivermiş. Aşağıda bahçede çalışan kadın bir anlam verememiş
kuleye giren adamı gördüğünde! Kocasının, unuttuğu bir eşyayı
almak için kuleye geri döndüğünü sanmış.
Birkaç dakika
sonra kardeşinin kulesinden aldığı bir eşyayla tekrar kendi
kulesine dönerek beklemeye başlamış.
Akşamüzeri
kuleye dönen mutlu kardeş karısı ile birlikte yemeğini yemiş,
kulesinin en tepesinde bulunan odasından keyifle çevreyi seyre
koyulmuş. Gözleri bir anda kardeşinin kulesine takılmış. Önce
gördüğüne bir anlam verememiş. Dikkatlice baktığında beyninden
vurulmuşa dönmüş. Kardeşi de kulesinin tepesinde bir yandan
elinde tuttuğu bir başörtüsünü sallayarak bir yandan da
kahkahalar atarak ona doğru bakıyormuş. Serin akşam esintisinde
nazlı nazlı sallanan başörtüsünü hemen tanımış, nasıl tanımasın
ki karısının kenarları işlemeli beyaz düğün duvağıymış bu!
O anda türlü
vesveseler yüreğine bir kor olmuş yerleşmiş. Kardeşinin,
benzerliklerinden yararlanarak sonunda kendisine ve karısına en
büyük kötülüğü de yaptığına karar vermiş. Sonra, eli okuna ve
yayına gitmiş. Bir şimşek hızıyla çekerek fırlattığı oku karşı
kuledeki kardeşinin kalbine saplanmış. Olanlardan habersiz
yukarıya yanına gelen karısı da korku içinde görmüş olanları.
Sonra da hiddeti hala geçmemiş kocasına o gün kulede olanları
anlatmış. Kuleye girip çıktığını, ama yanına gelip kendisiyle
konuşmadığını da.! Kardeş, karısının anlattıklarını dinleyince
bir anlık öfkeyle öz kardeşini suçsuz yere öldürdüğü için bir
kez daha yıkılmış.
Ertesi gün
kadın, kocasını kulenin dibinde cansız yerde yatarken bulmuş.
Zavallı adam işlediği cinayetin acısını kaldıramayarak gecenin
karanlığında kulesinden atlayarak son vermiş hayatına. Kadın da
ağlayarak geri dönmüş baba yurduna.
Derler ki
kaybettiğimiz aynı zamanda kazancımıza dönüşür bazı zamanlarda.
Uzun yıllar sonra bir genç, baba ocağına dönerek kulenin yanına
bir ev inşa etmiş ve orada mutlu bir hayat sürmüş.
Bugün yolu
Çeçenya’ya düşüp de Yetkali vadisinden geçenler
karşılıklı inşa edilmiş, zamana direnircesine ayakta kalmış iki
mahzun kule ile karşılaşırlar. Sorduklarında orada yaşayanlar “ikizlerin
kulesi” onlar derler ve kendi duyduklarını yine kendi
yorumlarını katarak anlatırlar. Kim bilir belki de bizimkinden
başka bir öyküdür anlattıkları. |