OSMANLI DÖNEMİNDEKİ "TÜRKÇÜLÜK
BÖLÜCÜLÜĞÜ"NDEN GÜNÜMÜZÜN "NE MUTLU TÜRKÜM DİYENE
BÖLÜCÜLÜĞÜ"NE
Doç.Dr.Mehmet AÇA
Siyasi ümmetçiler ve onlarla her zaman sıkı
işbirliği içinde olan malum çevrelerin yıllardır ileri
süregeldikleri savlardan birisidir: “Türkler Türkçülük
yaptıkları için yıkılmıştır Osmanlı Devleti.” Ama, bu
savı ileri sürenler, nedense, Türkçülüğün
“Osmanlıcılık”, “Islamcılık” adındaki boşa kürek
çekmelerin işe yaramadığı, bıçağın kemiğe dayandığı,
Türklerin egemenlik haklarının bütünüyle ellerinden
alınmak üzere olduğu, Osmanlı Devleti bünyesindeki
gayri Türklerin önemli bir kesiminin küresel
emperyalistlerin akıttığı çeşmeden testilerini
doldurma telaşı içerisinde olduğu bir dönemde
bütünüyle var kalma ya da yok olup gitmeme kaygısıyla
kendiliğinden harekete geçtiği ve işe öncelikle ülkeyi
yöneten gayri Türk kesimi tasfiye etmekle başladığı
gerçeğini görmezden gelirler. Siyasi ümmetçiler,
Islam’da “milliyetçilik” yok derken, azınlık ırkçıları
ve beynelmilelciler de “milliyetçiliği” “gericilik” ve
“bölücülük” olarak nitelendirmişlerdir.
“Milliyetçilik”ten kast edilen de her zaman
“Türkçülük” ya da “Türk milliyetçiliği” olmuştur.
Islamcılık, Kafkasyacılık ve diğer kisveler altında
Kürtçülük, Çerkesçilik, Gürcücülük, Lazcılık,
Arapçılık, vd. yapmayı kendilerine hak bilenler,
Türklere Türkçülüğü çok görmüşlerdir.
Osmanlı
Devleti’nin son dönemlerinde örgütlenen ve temel
devlet felsefesi haline gelen Türkçülük, ortaya
Türklerin egemenliğini, Türk dilini, Türk kültürünü
esas alan Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ni çıkardığı
için küresel emperyalistler ve malum çevrelerce asla
affedilmemiştir.
Türklerin ve devletlerinin
güçlü olduğu dönemlerde Osmanlı Devleti bünyesinde
hakları kullanma bakımından Türk kökenlileri fersah
fersah geride bırakır bir şekilde yaşayan
Müslüman-gayrimüslim gayri Türklerin (Ki, bunların bir
kısmı zulümden kaçarak Türklere sığınmışlardır) bir
kesimi, Türklerin zayıf düştüğü bir dönemde harekete
geçmişler ve küresel yağmaya maruz kalan Türk
devletinden paylarını alma telaşına düşmüşlerdir.
Elbette ki, sözü edilen kesimler arasından gemiyi terk
etmeyenler ve sonuna kadar Türklerin yanında kalanlar
da olmuştur. Öyle oldukları için de yakın
tarihimizdeki şerefli yerlerini almışlardır. Küresel
yağma girişimlerine baş kaldıran Türkler, Mustafa
Kemal Atatürk’ün önderliğinde verdikleri ölüm kalım
savaşı neticesinde ulusal devletlerini, yani, Türkiye
Cumhuriyeti Devleti’ni kurmuşlar ve yağmadan pay almak
isteyenlerin heveslerini kursaklarında bırakmışlardır.
Fakat, “yeryüzü Tanrıları” bu durumu hazmedememişler,
tıpkı Ulusal Kurtuluş Savaşı yıllarındaki gibi, gayri
Türk kesimleri, Türk egemenliğinin “Kabe”si olan
Ankara’ya karşı sık sık kışkırtmışlardır. İşin en acı
tarafı da vaktiyle zulümden kaçarak Türklere
sığınanların ve yaklaşık bir buçuk asırdır Türkiye’de
Türklerle birlikte yaşayıp da “kabilecilik” ya da
“mikro milliyetçilik” yapmakta ısrar edenlerin
Türklere ve Türk egemenliğine zarar veren girişimler
içinde olmuş olmalarıdır.
Geçmişte Türkçülükten
dolayı Türkleri bölücülükle itham edenler,
günümüzde Türkçü-Kemalistleri, ulus-devletçileri, “Ne
Mutlu Türküm Diyene”yi “Ne Mutlu Türkiyeliyim Diyene”
diye yorumlamayanları bölücülükle itham etmektedirler.
Arkalarına ABD ve AB’yi alanlar, Türkiye’nin
içine düşürüldüğü AB tuzağından sonuna kadar
yararlanmaya çalışmaktadırlar ve bu noktada her
türlü etnik ve dinsel taleplerini hayata geçirmeyi
arzulamaktadırlar. Yazık ki, sonu gelmez bir AB aşkına
“paketlenen” Türkiye, uluslar arası “anlaşma”lar
çerçevesinde malum çevrelerden gelen her türlü etnik
ve dinsel talebi, Türklerin kanları ve canları
pahasına elde ettikleri haklarını gasp ederek
karşılamaya çalışmaktadır. Gayri Türk kesimler,
estirilen küresel rüzgarı da arkalarına alarak Türkler
üzerinde yoğun bir baskı oluşturmaktadırlar ve Türkler
adına dillendirilen her türlü talebi ve direnişi
“bölücülük”, “faşimz”, “Kemalizm”, “ırkçılık”, “çağ
dışılık” damgasıyla boğmaya çalışmaktadırlar.
Sağlığında, askeri okullara alınacak öğrencilerde
“Türk ırkından olma” ya da “Türk olma” şartı arayan
(Meraklısı “Cumhuriyet” gazetesinin 1930’lu yıllara
ait arşivini gözden geçirebilirler) Ulu önder Mustafa
Kemal Atatürk’ün “Ne Mutlu Türküm Diyene!” sözünü, “Ne
Mutlu Türkiyeliyim Diyene”ye dönüştürmeye çalışanlar,
azınlık ırkçılığı girişimlerine dur diyenleri,
Çerkescilik, Kürtçülük, Lazcılık, Pontusçuluk, vs.
karşısında Türkçülüğe, Kemalizm'e sarılanları
sindirmek için her türlü araca baş vurmaktadırlar.
Çoklukla kendisini “Gürcü”, “Çerkes”, “Abaza”, “Laz”,
“Kürt”, vs. diye tanımlayan kalemlerin yuvalandığı
gazete ve televizyonlar vasıtasıyla Türklere, küresel
emperyalistlerle içerideki azınlık ırkçılarının
taleplerinin yerine getirilmesinin “ulusal bütünlüğü”
pekiştireceği, aksi taktirde bölünmenin kaçınılmaz
olacağı yalanı pompalanmaktadır. Geçmişte Osmanlı
Devleti’nin yıkılışını Türkçülüğe bağlayanların
torunları, günümüzde Kemalizm'i ve Türkçülüğü
Türkiye’nin geri kalmasının ve etnik çatışma
tehlikesinin en önemli nedeni olarak göstermeye
çalışmaktadırlar.
Geçmişte çeşitli cemiyetlerin
çatısı altında toplanıp da işgalci İngiliz, Yunan,
Fransız birlikleriyle işbirliğine girenler, bugün de
yine çeşitli dernek ya da vakıf çatısı altında küresel
emperyalistlerle dirsek teması içerisindedirler.
Ulusal Kurtuluş Savaşı’nı Türklerle birlikte
verdiklerini ve Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin
kurulmasında paylarının olduğunu iddia edenler,
Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin temel ilkelerini ve
Türk egemenliğini ortadan kaldırmak adına her türlü
küresel tezgahı bilerek ya da bilmeyerek
desteklemekten çekinmemektedirler. Küresel emperyalizm
yine malum çeşmeyi akıtmaya başlamış,
Müslüman-gayrimüslim gayri Türklerin önemli bir kısmı
da yine malum çeşmeden testilerini doldurma telaşına
düşmüşlerdir. Pontus ruhunun yeniden diriltilmeye,
ayrılıkçı Kürt gruplarının ayrılmaları için gerekli
olan alt yapının hazırlanmaya, Rumların Ege, Karadeniz
ve İstanbul’a yönelik emellerinin hayata geçirilmeye
çalışıldığı bir dönemde, muhataplarına “Kurtuluş
Savaşında Çerkeslerin Rolü” adlı kitabı okumalarını
salık verenler de Osmanlı döneminde açılan
Akaretlerdeki ilk Çerkes Okulu’nun binasını
istemişlerdir. Neredeyse yüz elli yıldır sığındıkları
Türkiye’de huzur içinde yaşayan ve Türklerce “Türki”
olarak nitelendirilen bazı Kafkasya kökenli
yurttaşlarımız, çeşitli dernek ve vakıf çatısı altında
Çerkeslerin kendi dillerinde eğitim-öğretim görmeleri
için Osmanlı dönemindeki ilk Çerkes Okulu’nun binasını
istemektedirler. Kurtuluş Savaş’ına yaptıkları
katkılarla övünenler, Mustafa Kemal Atatürk’ün hayata
geçirdiği ve ulus-devlet olmanın vaz geçilmezlerinden
olan “Tevhid-i Tedrisat” yasasını hiçe sayarak tıpkı
Kürtler gibi, ayrı bir dilde eğitim-öğretim görmeyi
arzulamaktadırlar. Akrabaları Kafkasya’da her türlü
zulüm altında inim inim inlerken Osmanlı Devleti ve
Türkiye Cumhuriyeti Devleti toprakları içinde
dillerini, kültürlerini istedikleri gibi yaşatabilen,
hatta devlet kademelerinde çok önemli görevlere
gelebilen Çerkes kökenli yurttaşlarımızın bir kısmı da
ne yazık ki, küresel emperyalistlerin akıttığı
çeşmeden testilerini doldurma telaşı içinde
olduklarını gizlememektedirler.
Türkiye
Cumhuriyeti Devleti’nin küresel emperyalistler ve
işbirlikçileri tarafından hızla uçuruma doğru
sürüklendiğini görüp de bu gidişe dur demek için
kaleme sarılan Türkçü-Kemalist aydınlarımız, bir
yandan şanlı bir direniş örneği sergilerlerken diğer
yandan da Türkleri oynanan oyunlara karşı uyanık
kalmaya davet etmektedirler. Şanlı direnişin önemli
isimlerinden Albay (E) Hüseyin Mümtaz da, tıpkı diğer
Türkçü-Kemalist aydınlarımız gibi, vaktiyle üniforması
ve silahıyla korumaya çalıştığı Türkiye
Cumhuriyeti Devleti’ni kalemiyle, bilgisiyle, keskin
zekasıyla kollamaya devam etmektedir. Bugüne kadar on
kitaba ve beş bin civarında makaleye imza atan Hüseyin
Mümtaz, “Müdafaa-I Hukuk” dergisinin 52. sayısında
yayımlanan “Korku Tüneli” başlıklı bir yazısıyla
Türkiye’nin bir korku tünelinden geçtiğini, azınlık
ırkçılarının ve aymaz Türklerin nasıl bir ihanet
tezgahı içerisinde olduklarını ortaya koymuştur. Sayın
Mümtaz, adı geçen yazısında, bizim de yukarıda
üzerinde kısaca durduğumuz bir konuya temas etmiş,
yani, kendilerini hala “diaspora”da sayan bazı
Çerkes kökenli yurttaşlarımızın tehlikeli
girişimlerine... Bakın ne demiş sayın Mümtaz
yazısında:
“Asıl fecaat Aktüel Dergisi’nin 7-13
Kasım 2002 tarihli 590’ıncı sayısında yaşanıyor.
“Türkiye’deki 5 milyon Çerkes, nüfusun %20’sini
oluşturan -15 milyon- Kürt ve 1 Milyon Laz’ın ana
dilde öğretim istediği; üstelik (140 yıldır
kendilerine kucak açan bir ülkeyi bir türlü
benimseyemedikleri için kendilerini hala ‘diaspora’da
sayan. HM) Çerkeslerin eğitim için ille de
Akaretlerdeki Osmanlı Döneminin Çerkes Okulu binasını
istediklerini” yazıyor dergi.
Daha başka neleri
isteyecekler Çerkesler?
“Kürtler”, hangi,
“Lazlar” hangi “sembol” binaları isteyecekler?”
Ve aradan fazla bir zaman geçmeden sayın Mümtaz’ın
adı geçen yazısı ses getiriyor. Sesin kaynağı,
“Birleşik Kafkasya Konseyi”, yankılandığı ceride de
adı geçen konseyin yayın organı olan bir dergi.
Konseyin yayın organı olan derginin Ocak-Şubat-Mart
2003 tarihli sayısında Kur. Alb. (E) Sönmez Can’ın
imzasıyla “Müdafaa-i Hukuk Dergisi Yetkilileri’nin
Dikkatine” başlıklı ve “Derginizin 52. sayısında
“KORKU TÜNELI” başlığı ile yayımlanan yazının
yazarı Hüseyin Mümtaz’a iletilmek dileği ile...” alt
başlıklı bir yazı yayımlanmıştır.
Sayın
Mümtaz’a iki seslenişin dışında “sen” diyen bir
üslupla kaleme alınan ve her satırında saldırganlık ve
öfke kokan yazıda sayın Kur. Alb. (E) Sönmez Can, önce
sayın Hüseyin Mümtaz’ın “Korku Tüneli” başlıklı
yazısını o kaba ve saldırgan üslubuyla özetliyor ve
arkasından da “Sen kimsin Sayın Hüseyin Mümtaz?”
cümlesiyle başlayan asıl ifade ve görüşlerini yine
aynı üslupla sıralıyor. Sayın Can, bir hışımla giriyor
asıl ifadelerine; fakat, Çerkesce eğitim-öğretim
konularına fazlasıyla kafa yormuş olmasından
kaynaklansa gerek ki, cümleleri allak bullak. Türk
dili uzmanı arkadaşlarımızın üniversitelerin birinci
sınıflarındaki öğrencilere bir cümlenin nasıl
kurulamayacağını göstermelerine yardımcı olabilecek
cinsten: Sen Çerkesleri ne kadar tanıyorsun?
Çerkeslerin tarih boyunca sana ve senin gibilere,
“Yurt ne demektir, yurt sevgisi, vatan sevgisi,
hürriyet ne demektir? Sadakat ve iyi niyet ne
demektir?” sorularına cevaplarını senin gibi lafla
değil; kanla, canla cevaplamış insanlar olduğunu bilir
misin?”
İfadelerinden ve üslubundan sayın
Mümtaz’a hayli kızdığı anlaşılan ve dünyaya yurt
sevgisinin/yurt savunmasının ne anlama geldiğini
defalarca gösteren bir ulusun mensubu olan ve giydiği
üniformasıyla Kıbrıs’ın savunması başta olmak üzere,
Türk Devleti adına hayatını ortaya koyan sayın
Mümtaz’ın yurtseverliğini “laf”tan ibaret gören sayın
Can, satırlarını şu şekilde sürdürüyor: Onlar
(yani Çerkesler-MA) asırlar boyunca Rusya’ya karşı
göğüs gererek Osmanlı topraklarının korunmasını
sağlamışlar, hem Kafkaslarda hem Balkanlarda senin
lafla sahip çıktığın Anadolu’nun istilasının önüne set
çekmişlerdir...
Sayın Can’ın ifadelerine şöyle
bir göz atan birisi, Osmanlı Devleti’nin varlığını
bütünüyle Çerkeslere borçlu olduğunu; Arap, Kürt,
Çerkes, Rum, vd. unsurların huzur içinde burunları
bile kanamadan yaşamaları için Yemen çöllerinde,
Galiçya’da, Kafkasya’da kırılıp giden Türkler
gerçeğinin bir efsaneden ibaret olduğunu düşünebilir.
Elbette, Çerkeslerin Kafkasya’daki mücadelelerini ve
diğer cephelerdeki katkılarını yok sayacak ya da
küçümseyecek değiliz. Ama, Çerkeslerin Kafkasya’da
Ruslara karşı direnirken öncelikle kendi yurtlarını
savundukları gerçeğini de göz ardı edecek değiliz.
Çerkesler, doğal olarak önce kendi yurtlarını
savunmuşlardır.
Bu savunmayı da bütünüyle
Osmanlı Devleti’ni ya da Anadolu’yu Rus işgalinden
korumaya yönelik bir girişimmiş gibi yansıtmaya
çalışmak da ancak her şeyi “Çerkes alt kimliği” ile
değerlendiren sayın Can ve onun gibilerinden
beklenebilir.
Bütün bu satırların yazarı sayın
Can, daha sonra sözü Türkiye Cumhuriyeti
Devleti’nin temellerini Türk birliği, Türk dili, Türk
kültürü üzerine oturtan Mustafa Kemal Atatürk’ün “Ne
Mutlu Türküm Diyene” sözüne getiriyor ve “mozaik”
Türkiye’nin profilini çiziyor: “Türkiye
Cumhuriyeti’nin 70 milyonluk nüfusu Balkanlardan
Kafkaslara Kırımdan-Arap Yarımadasına ve Kuzey
Afrika’ya kadar uzanan bir coğrafyada yaşayan değişik
etnik kökene mensup halkların, birlikte oluşturduğu ve
mensup olmakla gurur duydukları, Atatürk’ün “Ne Mutlu
Türk’üm Diyene!” sözcükleri ile en iyi ifade edilen
millet üst kimliğini benimsedikleri; fakat bir Çerkes,
Laz, Kürt alt kimliği ile kendi dil ve alt
kültürlerini, milli birlik ve beraberliğe zarar
vermeden, renk katarak yaşatmalarının hiçbir
yanlışının olmadığını herkes bilir...”
Sayın
Can’ın çizdiği profilde Türkler, meşhur “mozaik”in
sadece bir parçasıdır ve “Türk” kavramı da Mustafa
Kemal Atatürk tarafından yaratılmış bir “üst
kimlik”tir. Adının altına koyduğu “E. Kur. Alb.”
ifadesinden de anlaşılacağı üzere, Türk Silahlı
Kuvvetleri bünyesinde uzun bir dönem hizmet veren
sayın Can’ın Atatürk’ün düşünce ve ilkelerini
bilmemesi mümkün değildir. Hele hele, hemen her
kışlada yazılı olan “Tek ülke, tek dil, tek bayrak”
yazısını okumaması hiç mümkün değil. Şayet sayın Can,
Mustafa Kemal Atatürk ilke ve devrimlerini bütünüyle
benimseyen, yaşadığı ülkenin gerçek anlamda bir
parçası olmayı amaçlayan birisi olmuş olsa idi sözünü
ettiği “alt kimlik”lerin kendi dillerini ve “alt
kültür”lerini yaşatması ile kendi dillerinde
eğitim-öğretim görme emelleri arasındaki farkı çok
rahat bir şekilde görebilir ve Osmanlı dönemindeki
Çerkes Okulu’nun talebinin Mustafa Kemal Atatürk’ün
koyduğu ve ulus-devlet olmanın en temel esaslarından
olan “Tevhid-i Tedrisat” yasasıyla bariz bir çelişki
doğurduğunu da ifade edebilirdi. Sayın Can’ın Mustafa
Kemal Atatürk’ün “Ne Mutlu Türk’üm Diyene!” sözünden
anladığı, küresel emperyalistlerle işbirlikçilerinin
anladığından farklı değildir: “Ne Mutlu Türkiyeliyim
Diyene!”
Kemalizm’in aşılması gereken bir engel
olduğunun hemen her platformda açık bir şekilde
dillendirildiği, Atatürk felsefesinin devlet
yönetiminden dışlanmaya çalışıldığı, küresel
emperyalistlerden cesaret alanların ayrı devletler
hayali peşinde dört nala koşturduğu bir dönemde,
atalarının Osmanlı Devleti’ni ve Anadolu’yu düşman
istilasından koruduğunu iddia eden, Kurtuluş
Savaşı sırasında Mustafa Kemal Atatürk’le birlikte
omuz omuza savaşan Çerkes varlığına dikkat çeken ve
Akaretlerdeki Çerkes Okulu’nun yeniden açılmasının
talep edilmesinde hiçbir beis görmeyen E. Kur. Alb.
Sönmez Can, bunca bölücü girişimi bir kenara bırakarak
sayın Mümtaz’ın Türklerin dikkatini hassas bir konuya
çekme girişimini bölücülük olarak nitelendirmektedir:
Ancak siz ve sizin gibi bağnaz, agresif, ben merkezci
kişilerin doğrularına ters olduğunu söylemek için çok
akıllı olmaya; bu düşünce tarzının kabul göreceği
kısıtlı dar bir çevrenin insanı olmaya mahkum, lafla
her şeyi halleden vatan sevgisini, millet sevgisini
yalnız kendi inhisarında sanan zavallılara çok şey
söylemeye gerek yok. (...) Akaretlerdeki ilk Çerkes
Okulu’nun binasının sizin açınızdan neyin sembolü
olduğunu bilmiyorum. Ama çok iyi bildiğim bir şey var:
Sizin gibilerin tavrı birleştirici, bütünleştirici
olmaktan çok, ayrılık yaratıcı ayrıştırıcı bir tepkiyi
doğuran bir tavırdır.
Bu sözlerin Türkçe’deki
karşılığı “Zeytin yağı gibi üste çıkmak”tır sayın
okuyucu. Bir Türk, ülkesinin ve ulusunun geleceği
adına kaygılarını dillendirdiğinde ve tehlikelere
dikkat çektiğinde bölücü, dışlayıcı, bağnaz, agresif,
ben merkezci, zavallı oluyor; fakat, kendisini “alt
kimliği” ile ifade etmeyi yeğleyen ve ulus-devletin
mezarını kazmak anlamına gelen talepleri açık bir
şekilde dillendiren birisi en küçük bir tepki ile
karşılaştığında kendisini dışlanmış, mazlum görüyor.
Değerli okuyucu, bu satırların yazarı, gaflet,
dalalet ve ihanet içerisinde olanların hepsine
kökenine, rengine ve diline bakmadan aynı tepkiyi
göstermeyi, Türk olmanın bir gereği olarak kabul eder.
Atatürk ilke ve devrimlerini, yani, Türkiye
Cumhuriyeti Devleti’nin temel ilkelerini, Türk dilini,
Türk egemenliğini, devletin birliğini, ülkenin
bölünmez bütünlüğünü bilerek ya da bilmeyerek
hedef almadığı sürece herhangi bir
Müslüman-gayrimüslim gayri Türk’ten rahatsızlık
duymaz. Ama, bu özellikleri taşıyıp da gizliden
gizliye (artık günümüzde oyunlar gözler önünde
oynanmaktadır) “alt kimliği”ni Türklerin ve Türk
Devleti’nin egemenlik haklarına son verme
doğrultusunda ön plana çıkarmasına, koyması gereken en
doğal tepkisini koyar. Ayrıca, bu satırların yazarı
“Ne Mutlu Türküm Diyene!” sözünü, “mozaik” olmanın bir
ifadesi olarak değil, aksine, tıpkı Mustafa Kemal
Atatürk gibi, Türk olmanın bir ifadesi olarak
algılamaktadır.
Sonuç olarak, E. Kur. Alb
Sönmez Can, kendi “alt kültürü”nün bir gereği olarak
gördüğü kişisel tepkisini hem sayın Albay (E) Hüseyin
Mümtaz’a hem de Müdafaa-Hukuk Vakfı Yönetim Kurulu
Başkanı sayın Orgenaral (E) Necati Özgen’e
“saygılarıyla” sunmuştur. Konulan “kişisel” tepki,
aşağılamayı ve sindirmeyi amaçlayan bir tepkidir ve
yukarıda da ifade edildiği üzere çelişkilerle doludur.
Dileğimiz, Türklerin de sinmişliklerini,
korkmuşluklarını, bana neciliklerini bir kenara atarak
kendilerinin ve ülkelerinin geleceğini ilgilendiren
konularda tepkilerini koymaları, çoktandır kıstıkları
seslerini yeniden yükseltmeleridir.
Doç.
Dr. Mehmet AÇA 21.06.03
--------------------------------------------------------------------------------
[1]
“KARANLIĞA IKI EL ATEŞ” Hüseyin MÜMTAZ. IQ Yayınları.
Mayıs 2003 Istanbul. Sayfa 160
[2]
“YENI MÜTAREKELER, YENI KUVAYI MILLIYELER” Hüseyin
MÜMTAZ. Toplumsal Dönüşüm yayınları. Istanbul
Nisan 2003. Sayfa 317.
|