DESTAN DA YAZMAYALIM MI?
Hüseyin MÜMTAZ
“Birleşik Kafkasya Konseyi”nin yayın organı olan
derginin Ocak-Şubat-Mart 2003 tarihli sayısında;
“MÜDAFAA-I HUKUK Dergisi Yetkililerinin Dikkatine”
başlıklı ve “Sönmez Can- E.Kur.Alb.” imzalı bir yazı
yayınlandı.
Alt başlık, “Derginizin 52.nci
sayısında ‘Korku Tüneli’ başlığı ile yayımlanan
yazının yazarı Hüseyin Mümtaz’a iletilmek dileği ile”
şeklinde idi ve “Sayın Hüseyin Mümtaz” hitabı ile
başlıyordu.
“Sayın” ile başlıyor fakat sonradan
nedense bir nezaket kayması oluyor ve “sen” diye
devam ediyordu.
Girizgâh, üslup ve hitap tarzı
“özel” olduğu halde “mektup” açıkça yayınlandığı
için, cevabı da tabii ki “açık, kolay anlaşılır ve
net” olacaktır.
“Müdafaa-i Hukuk’un”
52’inci sayısında, ayrıca “Karanlığa Iki El
Ateş”[1] isimli kitabımızın 160’ıncı sayfasında da yer
alan “Korku Tüneli”, küçük puntolu ve üç sayfalık bir
yazı.
O yazıda biz 3 Kasım seçimleri-AB uyum
yasaları dolayısı ile Türkiye’nin içine girdiği ve
ucunda ışık da görünmeyen karanlık girdap-tünelde
yoluna devam ederken havalandırma deliklerinden zaman
zaman süzülen anlık gün ışığı sayesinde belleğimize
kazınan bir takım fotoğrafları aksettirmek istemiştik.
Can sıkıcı, iç karartıcı ve ruh bunaltıcı;
renksiz, siyah beyaz, grisi olmayan fotoğrafları.
Fotoğraflar benim hiç hoşuma gitmedi. Fakat
anlaşıldığı kadarıyla başkaları da, ileride belge
olarak kullanılma olasılığından son derece rahatsız.
Sönmez Can’ın; üç sayfalık yazının sadece bir
paragrafına gösterdiği tepki; televole programlarına
konu olan mekânlardan çıkarken yakalanıp fotoğrafının
çekilmesine kızan-fotoğrafçılara tepki gösteren
muhterem zevatın ruh halini aksettiriyor.
Sönmez Can bizden on yaş kadar büyüktür. Sonradan
kendisinin müdür olacağı eğitim kurumundaki
hocalığımız zamanında öğrencimiz olmuştu.
Fakat, “Sen kimsin Hüseyin Mümtaz?” diye sorduğu için
bizi tanımadığı anlaşılıyor.
“Tanınmamayı,
karda yürüyüp izini belli etmemeyi”, hocanın
öğrencisine öğretmeyip kendisine sakladığı bir “hoca
kaprisi”, yahut bir “son numara” olarak algılayın
lütfen.
Aksi takdirde koca Sönmez Can’ın
“tanıma-hatırlama” yetenekleri hakkında başka
türlü düşünmemiz gerekecek.
Fakat teslim etmek
gerek Sönmez Can, “Propaganda Teknikleri”nin bir
bölümünü çok iyi öğrenmiş.
Karşı tarafın
“siyah” dediği bir şeye “hayır o siyah değil başka
renk” diye itiraz edip kendi tezinizi savunmaya
kalkarsanız, tartışmayı ilk defa siyah diyenin seçtiği
düzlemde devam ettirir hâle düşersiniz. Hep savunma
durumunda kalırsınız.
Halbuki o nesne gerçekten
siyahsa bile tartışmayı “Ama şekli de anlamsız
biçimde yuvarlak ve hiç de güzel değil” noktasına
çekerseniz bu defa karşınızdaki tezini savunur hâle
gelecektir.
Sönmez Can da aynen öyle yapıyor.
Eleştirdiğimiz her şeyi görmezden geliyor, şöyle
bir yanından dolaşıyor ve hiçbir şeye cevap vermeyip,
kahramanlıklardan vatana hizmetlerden bahsediyor.
Bakın biz “Sayın Sen”in köpürmesine ve Müdafaa-i
Hukuk Vakfı Yönetim Kurulu Başkanı Sayın E. Orgeneral
Necati Özgen’e de kişisel tepki ve saygılarını
sunmasına vesile olan o tek paragrafta ne demişiz:
“Asıl fecaat Aktüel Dergisi’nin 7-13 Kasım 2002
tarihli 590’ıncı sayısında yaşanıyor.
‘Türkiye’deki 5 milyon Çerkes, nüfusun % 20’sini
oluşturan -15 milyon- Kürt ve 1 milyon Lâz’ın ana
dilde öğretim istediğini; üstelik (140 yıldır
kendilerine kucak açan bu ülkeyi bir türlü
benimseyemedikleri için kendilerini halâ ‘diaspora’da
sayan. HM) Çerkesler’in eğitim için ille de
Akaretler’deki Osmanlı Döneminin Çerkes Okulu binasını
istediklerini’ yazıyor dergi.
Daha başka
nereleri isteyecek Çerkesler?
‘Kürtler’ hangi,
‘Lâzlar’ hangi ‘sembol’ binaları isteyecekler?”
Tabii konu burada başlamıyor kıymetli okuyucu,
öncesi var. Ancak o takdirde yukarıya aldığımız
bahse konu paragrafta parantez içinde yazdığımız ve
imzaladığımız not anlam kazanacak.
Konunun
kritik noktası şu “diaspora” kelimesi.
23 Mayıs
2003 tarihinde, o zamanlar günlük yazdığımız
gazetede şunları yazmışız:
“Aynı 20 Mayıs günü
Istanbul’da Salacak’ta bir başka anma toplantısı
daha yapıldı. Güneş batarken Kızkulesi’ne doğru
Çerkezler mum yaktılar ve denize çiçekler bıraktılar.
Kameralar önünde koro halinde Çerkezce ağıtlar
yaktılar. Dillerini ekranlara taşıdılar.
Gazetelere verdikleri ilânlarda ‘1864 Çerkes
Sürgünü’nü anıyoruz’ diyorlardı. ‘Güzel
yurtlarımız vardı’ diyorlardı.
137 yıldır
yaşadıkları bu toprakları yurt edinememişler
miydi, kabullenemiyorlar mıydı?
Geçen sene,
daha önceki sene, daha önceki sene, 137 yıldır
neredeydiler? Neden Salacak sahillerinde değillerdi?
Yoksa bu sene onları Salacak sahiline, “Kopenhag
süreci” mi taşımıştı?
Ilanın altında
diyorlar ki; ‘1864 Rus-Kafkas savaşının ardından
Adige, Abhaz, Ubıh nüfusunun % 70’i yurtlarından
edildi. Sağ kalanlar Osmanlı topraklarına geldi. Halen
Çerkes nüfusunun büyük çoğunluğu diasporada yaşıyor.’
Düşküne kucak açmakla kötü mü etmişti Osmanlı?
137 yıldır Türkiye’de barındıkları halde
kendilerini halâ daha diasporada addedenlere ben
de ‘yaban’cı gözü ile bakarsam, haksız mıyım?”[2]
Aynı şimdi “Sayın Sen”in yaptığı gibi o zaman da
gazeteye ve bana tepki telefonları geldi.
Biz
de ayın 29’unda “tavzihen” şunları yazdık:
“Geçen 20 Mayıs günü Istanbul’da iki, hâttâ üç cins
Çerkez gördüm.
‘Çerkez’ sözcüğünü malûm ilânı
verenlerin tercih ettiği gibi ‘s’ ile değil,
Türkiye’de alışılageldiği şekilde ve Türkçe ses
uyumuna uygun ‘z’ ile yazma yolunu seçtiğimi dikkatli
okuyucu umarım fark etmiştir.
Ilk ve en büyük
grup Çerkezler Çağlayan Meydanı’nda 137 yıldır olduğu
gibi Türk Bayrağı’nın koruyucu ve birleştirici
şemsiyesi altında bulunmayı tercih edenlerdi.
Onlar bizle beraber ay-yıldızlı Türk bayrağını
salladılar, önce gür bir sesle ve övünerek Istiklâl
Marşı’nı, sonra Gençlik Marşı’nı, daha sonra da ‘Bu
Vatan bizimdir, bizim kalacak’ türküsünü söylediler.
Onlardan hiç farkımız yoktu, onlar bizdendi, onlar
‘biz’di.
Diğer grup Çerkezler o bayrağın
altında bulunmayıp aynı gün akşamüzeri Salacak
sahilinden denize, Kızkulesi’ne doğru hiç anlamadığım
yabancı bir dilde ağıtlarını ve çiçeklerini
bıraktılar.
Verdikleri ilânda 137 yıldır
kendilerine kucak açan Türk topraklarını ‘diaspora’
olarak adlandırdılar, kendilerini bizden farklı
kıldılar, dillerini, ağıtlarını, endişelerini
farklılaştırdılar.
Gelin o vesile ile yazdığım
cümleyi bir defa daha okuyalım:
‘137 yıldır
Türkiye’de barındıkları halde kendilerini halâ
daha diasporada addedenlere ben de yabancı gözü
ile bakarsam, haksız mıyım?’
Burada
kastedilenler; ‘kendilerini diasporada addedenler’dir.
Çağlayan’da bulunanlar veya o akşam Osmanbey’de
gezerken aralarından geçtiğim binlerce insanın içinde
bulunduğu halde farkını farketmediğim, farklılıklarını
asla öne çıkarmayan üçüncü grup Çerkezler
değildir.
Salacak sahilindeki ‘dilleri var
bizim dile benzemez’ Çerkezlerdir.
Çünkü onlar
yabancı bir dilde hiç anlamadığım bir şeyler
söylediler.
Halbuki ‘biz’ Çağlayan’da o gün;
T.C. Anayasası’nın 3’üncü Maddesinde ifade edilen
‘Türkiye Devleti, ülkesi ve milletiyle bölünmez bir
bütündür. Dili Türkçe’dir. Bayrağı, şekli kanunda
belirtilen, beyaz ay yıldızlı al bayraktır. Millî
Marşı Istiklâl Marşı’dır. Başkenti Ankara’dır’
hükmünün lâfzına yüzde yüz inanmış yüzbinlerle beraber
‘Hakkıdır Hakk’a tapan milletimin istiklâl’ dedik,
‘Dağ başını duman almış’ dedik, ‘Bu Vatan bizimdir’
dedik. Hepimi’z’ anladık, hepimi’z’ coştuk, hepimi’z’
heyecanlandık.
Orada hepimiz ‘biz’dik.
Türkçe neşelendik, Türkçe sevindik, Türkçe
gururlandık.
Biz 6000 yıldır vardık,
Kopenhag’dan önce de vardık, ama Salacak
sahilindekiler Kopenhag’dan önce neden yoktular, neden
Kızkulesi’ne ‘yabancı bir dilde’ ağıt bırakmadılar?
O son cümlemden rahatsız olarak gazeteye
üzüntülerini bildiren ve rahatsızlık duyan dostlar
benim de Salacak sahilinde olanlardan rahatsızlık
duyma hakkımı teslim etmelidirler.
Ve bence
rahatsızlıklarını ifade eden mesajın adresini yanlış
seçmişlerdir. Rahatsızlıklarını belirtecekleri
doğru adres gazete değil, kendilerini “diaspora”da
addedenler olmalıydı.Sözlerimiz onlaradır.”
Evet şimdi de sözüm “Sönmez Can”a;
Hangi
noktada durduğunu o da belirtmelidir artık. O da
kendini “diasporada” mı addetmektedir, o da
Salacak sahilinde Kızkulesi’ne doğru çiçek bırakıp
Çerkezce ağıtlar yakmış mıdır?
Değilse
telaşlanmasının hiç anlamı yoktur. Sözlerim ona
değildir. Neden üstleniyor ki?
Sözlerim,
“cevabi notasında” belirttiği Istiklâl Madalyası
sahibi, Devlet mezarlığında yatan kahraman
Çerkezlere değildir.
Onlar hizmet ettikleri
devletin, hak ettikleri devlet mezarlığındadırlar
şimdi..
Onlar kendilerini “diaspora”da
addetmiyorlardı.
Onlar hiçbir zaman Salacak’ta
Çerkezce ağıt yakıp anma töreni yapmadılar.
Onlar Akaretlerde ayrı okul istemek için bu
devleti kurmadılar.
Onlar “Kemal’in Askerleri”
idiler. Mustafa Kemal’in yanında idiler.
Ama
keşke Kurtuluş Savaşı’ndan bahsetmeseydi Sönmez Can;
“Sadakat ve iyiniyet”ten hiç söz etmeseydi.
Çünkü Kurtuluş Savaşı’nda; bir de Mustafa Kemal’in
karşısında oldukları için “150’likler”e dahil
edilip, diğerleri gibi şimdi devlet mezarlığında
değil, “menfada” yatmakta olanlar da vardır.
Sahi Sönmez Can, Ethem’in başına neden “Çerkez” sıfatı
konur da, meselâ Rauf Orbay’ın konmaz?
Bunlardan neden hiç bahsetmiyor Sönmez Can?
Daha açık ifade edeyim;
Benim, Türkiye
Cumhuriyeti vatandaşı olup da devletin ülkesi ve
milleti ile bölünmez bütünlüğü aleyhine çalışmaları
bulunmayan Ermeni, Yahudi, Rum, Kürt, Lâz, Çerkez
..ilh kimse ile bir problemim olamaz.
Dahası,
sokakta yürürken, bir stadyum dolusu insanla maç
seyrederken, çarşıda pazarda dolaşırken, kimsenin ne
olduğunu sorgulamam, nedir diye bakmam.
Farklılıklarını bir şekilde öne çıkarırlarsa ben de
Türklüğümü hatırlarım.
Çünkü ben bölücü
değil, bütünleştiriciyim. Topluluğu Kürt, Lâz, Ermeni
ilh… farklı kılık ve kimliklerde görmek bölücülüktür.
Başkalarının Kürdüm, Çerkezim dediği noktada benim
de “Türk’üm” dememin ne mahzuru var?
Yoksa var
mı?
Yoksa bunu da mı diyemeyeceğimiz günlere
geliyoruz bu Kopenhag-Helsinki kriterleri, uyum
yasaları sayesinde?
Beklediğiniz asıl o mu?
Boşuna çabalamayın..
Çünkü hâlâ ve ne iyi
ki bu memleketin adı “Türkiye”..
Ve ben de “Ne
mutlu ki, Türk’üm”.
Hiç kıvırmayın, sözün aslı
“Ne Mutlu Türkiyeliyim” değildir.
Bakın bu
memlekette Yahudilerin Osmanlı himayesine girişlerinin
500’üncü yılı “devlet töreni” ile kutlanır;
diasporadaki Çerkezlerin Ruslara yenildikten sonra
memleketlerinden göç etmelerinin 137’inci yılı “başka
dilde” anılırken, Doğu Türkistan kökenli Türklerin
Türkiye'ye göçlerinin 50’inci yılındaki Şükran Günü
etkinliğinin bir terörist hareketi gibi
algılanmasının, toplantının Çin Elçisi tarafından
engellenmek istenmesinin, törene hiçbir bakanın
katılmamasının önüne geçilemez.
Sonra kalkıp
birileri “Osmanlı topraklarını asırlarca Ruslara karşı
Çerkezler” korudu diyerek bir takım “kazanımlar”
elde etmek ister.
Yok yahu? Osmanlı asırlar
boyu neredeyse her yıl Ruslarla savaşırken, Çerkezlere
mi güveniyordu?
Osmanlı-Rus harplerinin biri
hariç hepsi kuzeyde ve batıdadır.
Sönmez
Can’ın, Çerkezlerin coğrafi konumu dolayısı ile de
kafasının karıştığı anlaşılıyor.
Evet o
“bayıltan” soruyu tekrar soruyorum;
Helsinki-Kopenhag kriterleri; Uyum Yasaları, Ulusal
Programlar aracılığı ile sokulmak istendiğimiz
yeni düzende, kimler, daha başka nereleri
isteyecekler?
Hem istiyorlar, hem arsızca;
“Evet, istedim. Ne varmış bunda?” diyorlar.
Memleketin başka nereleri parsellenecek?
Ve
bunun hesabını sormak ne zaman suç olacak?
Sözü, Arif Nihat Asya’nın; “günün anlam ve önemine”
son derece uygun düşen şu iki mısra ile bitirmek iyi
olacak gibime geliyor;
“Yabanlar kıskanır diye
Destan da yazmayalım mı?”
Meraklısı şiirin
tamamını şairin “Bir Bayrak Rüzgâr Bekliyor”
kitabından okusun.
O bayrak herhalde hâlâ
rüzgâr bekliyor.
17 Haziran 2003
|