Sırtımızı verdiğimiz yüzyılların sevincini ve öfkesini
bağrında taşıyan karlı tepeleriyle Elbruz Dağı'dır.
Yanı başımızda Maykop, bir ardım ötesi Nalçik, az
yukarda öfkeli hülyalarıyla Caharkale. Çerkessk,
Nazran, Vladikafkas, Suhum ve Mahaçkale bizi birer
birer kuşatan kentler.
Sabahın erken saatinde çıktık yola buraya gelmek için.
İstanbul'dan 16 otobüs dolusu insan. Aramızda
yüreklerinde acılar taşıyan konuklarımız var: Çeçen
mülteciler.
İstanbul'daki tüm vakıf ve derneklerin organizesiyle
gerçekleşen bu pikniğe kendi özel aracıyla gelenlerin
sayısı da az değil. Benim tahminim 50'nin üzerinde
özel oto var. Burası Ketenciler. İzmit'in bir köyü.
Ancak dedik ya burası aslında Nalçik, Caharkale,
Çerkesk vs. Kafkasya'dan esen rüzgar burada konaklıyor
sanki.
"Ben bu köyün damadıyım"
Ketencilerden gençler "konuklarımız gelecek" diye göl
boyunca ağaçlık alanı hemen güvenlik şeridiyle
çepeçevre kuşatmışlar. Girişte küçük bir büfe açılmış,
hemen yanında bir çay ocağı. Alanın tam ortasında
İzmit'in o güzel kaynaklarından bir tanker içme suyu.
Tankerin başında su servisi yapan orta yaşlarda bir
beyefendiye şişelerimizi doldurduktan sonra -ola
ki organizasyon dışında ticari amaçla hizmet veren bir
kişi olabilir zannıyla- "Bayım ücreti falan var mı,
varsa ödeyelim" diyoruz biraz da çekinerek. "Yok
efendim" diyor ve "Ben bu köyün damadıyım, para
alırsam döverler vallahi" diye espri yapıyor.
Böyle Olur Çerkes Köyü
Çerkes
köylerinin övgülerini çok duyardık. İlk kez bugün
görmek nasip oluyor. Piknik yeri köye 15 dakikalık
yürüme uzaklığında. Gruptan beş kişi Kafkas
kültüründen dem vura vura adımlıyoruz. Hani Hollywood
filmlerinde gördüğümüz lüks otomobillerin akıp
gittiği, dalların iki kenardan üzerinize abandığı
kıvrımlı yollar yok mu? Aynen öyle.
Canımız üzerimize üzerimize gelen dallardan erik
koparıp yemek istiyor. Rehberimiz "çitten yola
taşanlar helal, alın" diyor. Elbette affetmiyoruz...
Asfaltlı yollar, bakımlı bahçeler, yol kenarlarında
çöp bidonları; tabi gördüklerimiz varlıktan ya da
bolluktan kaynaklanan şeyler değil ama bir köy için de
alışageldiğimiz şeyler değil. Hani köy dediğin yolları
hem patika hem tezekli olur. Burası 180 hanelik.
Evler, bahçeler, köy lokali, kooperatif ve bilgisayar
donanımlı muhtarlık binasının verdiği mesaj şu;
köylünün hali vakti yerinde.
Anlatılanlara göre en yoksul Çerkes köyünde bile
temizlik ve bakımlılıktan taviz verilmezmiş.
Duvarlarına dört tane klima yerleştirilmiş şirin bir
camisi var köyün. Minaresi depremde yıkılmış. Şimdi
onarım var. Lokalde şöyle bir nefeslenip, tabi ikişer
bardak çay içtikten sonra tekrar geri dönüyoruz piknik
alanına.
Bir Uygarlık Buluşması
"Ses
kontrol; bir, ki, üç, ses kontrol" Anlaşılan şenlik
başlıyor. Mehmet Can mızıkasını arıyor. Belli hepimizi
kalbinden vuracak. Bizi tarihle, sürgünle, Kafdağı'nın
zafer ve yenilgileriyle, zapt edilemeyen yüreğiyle ve
dahası umutlarıyla kuşatacak. Yüzyılların
hüznünü akıtacak toprağa. Önce ısınma turları. Gerilip
kasıldıkça nağmeler yükseliyor mızıkadan, nefes alıp
veriyor; müzisyenin parmaklarıyla buluşan tuşlar
mekaniğin sesini canlı bir uygarlığa dönüştürüyor.
Kendine bir kaşen bulan çemberden kopup alana geçiyor.
Her figürün, her parmak oynatışın bir anlamı var.
Hepsi de tarihte gizli. Hareketlerden bir takım
yorumlar çıkarmak olası. Kaşeniyle dans eden bayan naz
yapıyor, erkek ise kendini kanıtlamanın çabası içinde.
Kadının her adımına karşı daha büyük ve daha ritmik
adım atıyor; bir bayanın beğenisini elde etmek asla
kolay değil. Başlar dik, omuzlar kalkık, erkek burada
ancak onuruyla ve cesaretiyle kazanır. Kadın
zarafetinden ve edebinden bir şey kaybetmiyor, yani
erkeğin karşısında "zor insan" olma rolünden geri adım
atmıyor.
Dans
ederken kaşenine dokunmak, sırnaşmak, laubali olmak
büyük ayıp. Herkes bu kuralların farkında. Dahası yeni
yeni yürümesini öğrenen çocuklar bu atmosferle
büyüyor. Bu kurallar Çerkes toplumunun her bireyi
tarafından içselleştirilmiş. Thamate düzeni sağlayan
kişi olarak genel kurallara aykırı hareket edilmesine
asla fırsat vermeyen bir otorite. Her meclisin bir
Thamatesi yani otoritesi var.
Dejuv, Dejuv...
Şimdi
oynanan dansla bir düğündeyiz, Kafe çalınıyor. Oyun
yavaş ve ahenkli. Az sonra sıra Leperuş ta. Hareketler
ivme kazanıyor. Adımlar daha sert, kollar daha
hareketli. Bu hızlı ritme ağızdan çıkartılan sesler
daha da heyecan katıyor.
Ama ne
Kafe, ne Leperuş Çeçenleri doyurmuyor. Adını
bilmediğim orta yaşlarda bir Çeçen mülteci kollarımı
sıkıca tutup kırık Türkçesiyle "Daha sert olacak,
savaş gibi" diyor. Yerinde duramıyor. Az sonra
Maykop'tan Muratbi akordeonun başına geçiyor. Usta bir
çalıcı. Ama Çeçenler daha fazlasını istiyor. Sert
olacak, savaş gibi...
Böyle
ortamlarda dans bitmez. Bir çift girer alana bir çift
çıkar. Bir tarafta gençler ellerindeki çubukları üst
üste konulmuş tahtalara ritmik bir şekilde vurarak
ritim tutuyor. Mehmet Can "dejuv, dejuv" diye
sesleniyor. Oyuna müziğin notalarına göre ellerini
çarparak ritim tutacaksın. Ve "vo hayra, hayra, hayra"
diye ses vereceksin. Dejuv özellikle mızıka ve
akordeoncunun kanına kan katıyor. Dejuv bitmedikçe
müzik de bitmez.
Danslar Kafkas kültürünün en klasik taşıyıcıları.
Kadınla birlikte oynarken ciddiyetinden bir şey
kaybetmemesi erkeğin kadına ona saygısının temel
göstergesi. Dans figürlerine gurur damgasını vuruyor.
Dengeli hareket her şeyin başında geliyor. Dansı
bitirirken önce erkek başını hafifçe öne hareket
ettirerek teşekkür ediyor. Bunu hiçbir oyuncu
atlamıyor. Dansa davet edilip de "ben beceremem"
diyenler çok az. Köylerde büyüyenler istisnasız dansı
iyi biliyor. Kültürel kopukluğun kurbanları ise
kentlerde yetişmiş olanlar.
Sert Olacak Savaş Gibi...
Rus
işgalinin kederli yüzleri Çeçenler. Çoğunluğu çocuk ve
kadın. Çehreleri hüzünle kaplı, yürekleri acıyla
bilenmiş, savaş her birinden birer yürek koparmış,
bunu yüzlerinden okumamak mümkün mü? Pikniğin bir
tarafında sürekli hüzün var...Çünkü savaş var, yokluk
var, işkence ve ölüm var. O nedenle Çeçenler "sert
olacak savaş gibi" diyor. Bu bir sosyolojik olay.
Kafkas
dansları işte Kafkasya'nın bu acı yüzünü de kendinde
saklıyor. Belki bu danslarla insanlar yüreklerinde
biriken acıyı akıtıyorlar toprağa.
Öleninin arkasından ağlayamıyor Çerkes kadını.
Yukarıdan yağan bombalara aldırmadan cenaze töreninin
gereklerini yerine getiren insanlar. En kara
günlerinde en şık elbisesini giyip tabutun önünde
dimdik ayakta durmasını bilen bir ulus. Yani
ağlayamayan bir ulus. O nedenle danslar sanki bir
boşalma aracı. İnsanlar çılgınca eğlenmiyor; vakarla
ve gururla oynuyorlar yalnız. Bu yetiyor onlara.
Savaş Tadında
Çeçenler sahne aldı. Oynadılar. Cesaretlerini
gösterdiler...Önce biz mutlu olduk. Bir Çeçen kadın
akordeon çaldı. Çeçenistan'ın sırtındaki öfkeyi ve
hüznü taşıdı aramıza. Ve Çeçenler oynadı savaş
tadında.
Sonra
akordeon Abhazya'dan Rober'in eline geçti. Abazalar da
sert hani... Çeçenler yine oynadılar, oldukça sert,
savaş tadında. Sonra ağaçlar arasında oyun halkaları
çoğaldı. Kimi yöreler oyunlara kendi karakterini
katmış, Kayseri'nin Kafkas dansı İzmit'inkinden
farklı. Oyun aynı, yorum farklı. Mızıka ve akordeon
çalabilen de meğer ne kadar çokmuş. Burada dikkatimi
çeken apayrı bir nokta daha var. Adıge, Abaza, Asetin,
Lak, Kumuk, Balkarlı, Karaçaylı, İnguş, Çeçen ve daha
birçok ayrı ulustan insan bir arada.
Hepsini buluşturan ortak bir kültür var. Etnik
çeşitliliğe, etnik barış eklenince ayrı bir tablo
çıkıyor karşımıza. Ve bu insanların dünya görüşleri
birbirinden çok farklı. Biri sol tandanstan, öbürü
muhafazakar, bir diğeri başka bir düşünceye sahip. Ama
herkes bir arada. Kavga yok, saygısızlık yok, barış ve
güven var. Darısı hepimizin başına.
Bir
pazarımız böyle geçti, Kafkas tadında.
|