Etnik Grup
Yahut Kimlik
Etnik grubu, ansiklopediler, içinde
yaşadığı toplum ile bütünleşememiş, ayrı bir kimlik
sahibi olmayı sürdüren, farklı bir soydan olan
topluluk şeklinde tarif ederler. Doğru olan bu tarife
göre, bir topluluğun etnik grup olarak nitelenebilmesi
için, birinci şart, içinde yaşadıkları büyük toplumdan
farklı bir soydan olmalarıdır. Farklı bir soydan
oldukları şuuru canlı olan bu toplum, kendine özgü
kültürel yapılarıyla, içinde yaşadığı büyük toplumdan
farklı olmalıdır; yani, dili farklı, dini farklı,
musikisi farklı, mimarisi farklı, ev düzeni farklı,
ekinciliği farklı yahut hayvancılık usulleri farklı
v.b. olmalıdır.
Millî kimlikten söz ederken ifade
ettiğimiz gibi, daha da çoğaltılabilecek olan bu
unsurların hepsinin farklı olması gerekmez. Eğer, o
topluluğun yaşantısının nesnel görüntüleri, onları
büyük toplumdan farklı kılıyorsa, etnisiteden söz
edilebilir. Tabiî, burada da önemli olan inançtır;
yani ayrı bir etnik grup olduklarına, içinde
yaşadıkları büyük kitleden farklı olduklarına,
topluluğun inanmasıdır. Etnisite iddiasında bulunan
toplulukla, büyük toplum arasındaki kültürel farklar,
hayatın belirli alanlarındaki basit nüanslar şeklinde
olsa bile, topluluk farklı olduğuna inandırılmış ise,
sağlıklı olmasa da bir etnisite var demektir. Sağlıklı
olmayışı gerekli toplumsal, kültürel tabana
dayanmayışından, sırf propagandanın eseri
olmasındandır. Etnisitenin başlangıç noktası farklı
soya mensubiyet şuurudur. Bu yüzden, meselâ Aleviler
yahut Yörükler için, kültürel farklılıkları ne boyutta
olursa olsun, farklı bir soy iddiası olmadığından
etnisite sözkonusu olmayacaktır. Bunlar, millî
kültürün farklı renkleri yahut alt kültürleri olarak
değerlendirilecektir.
19.yüzyılda etnik grup, millet olmaya
giden sürecin başlangıç noktası olarak görülüyordu.
İmparatorluklar içindeki çeşitli etnik gruplar,
kültürel kimliklerini gittikçe geliştirerek ve
bağımsızlaştırarak bir millet görünümü kazanmaya
çalışıyor ve hemen ardından da bağımsızlık
mücadelelerine giriyorlardı; her millete bir devlet
ilkesi çağın egemen görüşü idi.
Çağımızda bu anlayışın değiştiğini
kabul etmek için bir sebep yoktur. Küreselleşme
temayülleri bir yanda millî kimlikleri törpülemeye
çalışırken, diğer taraftan mahallî ve etnik
kimliklerin öne çıkmasına yardımcı olmaktadır. Bu
durumda, etnik grup yahut kimliklerin açık olarak
belirlenmesi, sınır ve imkânlarının ortaya konulması
gerekmektedir. Çünkü günümüzde uluslararası alanda
siyasî bağımsızlık ifadesi kullanılmasa da etnik
grupların kültürel bağımsızlıkları ve kimliklerini
koruyup geliştirme hürriyetleri savunulmakta, hatta
bizim gibi bazı ülkeler buna zorlanmaktadır.
Farklı olduğunu iddia eden, korunma ve
kültürel bağımsızlık isteyen herkese evet mi
diyeceğiz, yoksa bu taleplerde bulunabilmek için
belirli bir toplumsal yapıya sahip olmak mı gerekir?
Bu yapının nesnel ölçüleri var mıdır? Bu soruların
cevapları verilmelidir. Eğer, nesnel ve ilmî ölçüler
ortaya konulmadan talepler sıralanmaya başlarsa, bu,
büyük toplumun parçalanmasına yönelik bir propaganda
savaşı olmaktan öte anlam taşımaz ve buna göre
davranılması gerekir.
Önce şunu ifade edelim ki, etnik grup
iddiası taşımadığı sürece, bireysel çerçevede herkes
kültürel varlığını/kimliğini sürdürmekte, açıklamakta
ve geliştirme gayretlerinde özgürdür. Esasen bizim
ülkemiz de dahil, toplumların bu konuda bir sıkıntısı
yoktur. Adam, iki yüz yıldır Türkiye’de yaşıyor, bu
toplumun bütün macerasını onunla birlikte ve bütün
heyecanlarıyla yaşadığı, fedakârlığı, kahramanlığı ve
ihanetleriyle onun bir parçası olarak günümüze geldiği
halde; onun kültürünü detaylarına kadar paylaştığı
halde, sırf başka bir soydan geldiğine inandığı için
“Ben Çerkezim” diyor ve bunun gayretini güdüyorsa, bu
hak ve hürriyete sahiptir. Ancak, aynı hak ve
hürriyetleri Çerkez etnik grubu adına isterse, şimdi
belirlemeye çalışacağımız ölçülere sahip olmak
zorundadır. Aksi halde, varlığını borçlu olduğu vatan
ve millete ihanet ediyor, propagandaların kurbanı
oluyor demektir ki, parçalanmaya dönük böyle bir
ihanetin dünyanın hiçbir yerinde hürriyeti yoktur.
Toplum, topluluk yahut grup dediğimiz
olgu her şeyden önce bir nicelik meselesidir; kaç kişi
olursa, hangi yoğunlukta olursa, ayrı bir soydan
geldiğine inanan bir topluluğu etnik grup sayacağız?
Sözgelişi, 1917 Bolşevik İhtilâli’nden kaçıp
Türkiye’ye sığınan ve çeşitli illerde yerleşen (mesela
iki yüz kişilik) Rus ailelerini bir etnik grup olarak
niteleyebilir miyiz? Kaç kişi olsaydılar ve bir şehir
yahut çevrede hangi yoğunlukta otursaydılar, bunları
etnik bir grup olarak kabul edebilecektik? Görülüyor
ki, benzeri soruları cevaplamak, nesnel ölçülere
bağlamak kolay değildir; ancak, nesnel çözümü
rakamlarla değil, etnik kimlik yahut kültür olgusunda
bulabiliriz.
Bu grup, her şeyden önce kültür
taşıyıcı ve yaratıcı bir toplumsal birim olmalıdır. Bu
topluluk, geçen zamana rağmen, ana kitle ile
uyuşmazlığını, kültürel farklılığını devam ettiriyor
olmalıdır. Yukarıda işaret ettiğimiz, din, dil,
edebiyat, musiki v.b. konularda ana toplumla
kaynaşmamış, onun dışında ve bağımsız kalmış
olmalıdır. Son olarak önemli nokta, grup, sadece
geldiği yerden taşıdığı kültürü korumakla kalmamalı,
aynı yönde yaratıcılığına devam etmelidir; aksi halde,
bir süre sonra ana kitle içinde kaybolacak demektir.
Ancak, bu nesnel şartlara sahip olan ve ayrı bir
soydan gediğine inanan topluluklar, sayıları ne olursa
olsun etnik grup olarak nitelenebilecektir.
Bu ölçülerle yurdumuza bir kere daha
baktığımızda, gerçekçi bir toplumsal taba-na dayalı
bir etnik grubun varlığını ileri sürmek çok zordur.
Ama, ister propagandaların etkisiyle, isterse eğitim
zaafımızdan doğmuş olsun, kendisini Türk sayma-yan,
bunu yüreğinde ve kafasında duyma-yanları zoraki Türk
saymanın da bir anla-mı yoktur. Ancak, kendilerini bu
durumda hisseden Türk vatandaşları için,
milliyetçiliğin en ateşli zamanlarının yaşandığı
Meşrutiyet döneminden verilecek örnekler vardır.
Osmanlı İmparatorluğu, her türlü din ve
etnik ayrımı reddeden Osmanlı kavramı üzerine
oturtulamayınca, bunun gerçekleşemeyeceği fiilî
gelişmeler ve etnik unsurların kendi politikalarını
güdüp istiklallerini istemeleri ile anlaşılınca,
imparatorluk, İslâmcılık kavramı üzerine oturtulmaya
çalışıldı; esasen, geleneksel hukukî yapısı da bu idi.
Ancak, imparatorluğumuz fiilen Türkler’in sırtında ve
yönetiminde olduğundan, bu yük ve sorumluluk bütün
İslâm halklara yayılmak istenmişti. Balkan Savaşı
faciasının yaşandığı yıllarda, artık bunun da mümkün
olmadığı anlaşılmıştı. O günkü aydınlarımızın deyişi
ile, “asır milliyet asrı idi.” imparatorluk camiası
içindeki İslâm topluluklarına da milliyetçilik akımı
girmişti. Bunu, büyük ölçüde, Avrupalı devletler ve
Rusya çeşitli yollardan yapmış olsalar da, fiilen
Müslüman gruplar da etnik farklılaşma gayretine
girmişlerdi. O dönemlerdeki ünlü Teşkilâtı Mahsusa
örgütlenmesi, Osmanlı ordusu içinde Arapçılık gayreti
güden subayların tespit edilip ayıklanması için
gerçekleştirilmişti.
Milliyetçiliğin karşı konulmaz gücünü
kabullenen ve imparatorluğumuzu Türk unsurdan
başkasına dayandıramayacağımızı, büyük felâketlerin
dersleri ile anlayan Osmanlı aydınları, Türk
milliyetçiliği fikrine sarılmışlardır. İşte Gökalp, bu
dönemde yazdığı yazılarında, Osmanlıyı parçalamaya
matuf milliyet politikalarını manevî bir mikrop olarak
niteliyor ve bu tür bir “milliyetçiliğin” İslâm
alemini yeterince parçaladığını, artık İslâm
dünyasının hizmetine verilmesi gerektiğini
savunuyordu.
Bu fikir hemen bütün Müslüman aydınlar
tarafından fiilen kabul görmüştü. Bu kabul, uygulamada
şöyle ortaya çıkıyordu: Müslüman ve fakat farklı etnik
gruplara mensup olan birçok Osmanlı aydını, kendi
memleketlerine giderek milliyetçilik yapmaya ve
toplumlarını ayağa kaldırarak Batı sömürgeciliğine
karşı koymaya çalıştılar. Birçok ünlü Osmanlı aydını
Mısır’a, Suriye’ye, Arnavutluk’a ve Saraybosna’ya
gittiler. Bu insanlar, Türk yahut Osmanlı düşmanlığı
yapmadan, “kendi milliyetçilikleri”ni yaparak
toplumlarının mücadelesini verdiler. Gitmeyip
Türkiye’de kalanlar ise, etnik kökenlerini bir yana
bırakıp Türk milliyetçiliği yaptılar; “Ebediyyen sana
yok, ırkıma yok izmihlâl” diyen Mehmet Akif bunların
önde gelenlerindendi.
Bu insanların başka türlü hareket
etmeleri mümkün değildi; çünkü, aksine hareket, yani
Türkiye’de durup, Arapçılık yahut Arnavutçuluk yapmak,
kendi etnik zümrelerine hizmet değil, Türk’e ihanet
olacaktı; en üstün değer saydıkları Devleti Aliyye’ye
ihanet olacaktı. Onlar böyle bir yanlışa hiçbir zaman
düşmediler. O dönemin İslâmcı aydınlarından olan
Bediüzzaman Said Nursi de, “Osmanlı dağılıyor, biz de
bundan sonra Kürtler için çalışalım” diyen teklifleri
reddetmiş ve bu tavrı “unsuriyetçilik” olarak
nitelemiştir. Said Nursi de, zamanın milliyetçilik
zamanı olduğunu, bir Ermeni komitecinin gösterdiği
direnci örnek göstererek anlatır. Ancak, bu
milliyetçilik İslâm’a hizmet etmelidir, der. Bir
Müslüman toplumu parçalamaya yönelik milliyetçilikler
unsurculuktur ve bundan uzak durulmalıdır. Yani, Türk
toplumu içinde yaşayan Müslümanlar, hangi etnik kökene
sahip olurlarsa olsunlar, toplumla bütün olmak, etnik
ayırımcılık yapmamakla mükelleftirler; Mısır’da
yaşayan Müslümanlar’ın Türkçülük yahut Arnavutluk’ta
yaşayanların Arapçılık yapmamaları gerektiği gibi.
Şimdi, yüz yıllardır Türkiye’de yaşayan
Çerkez, Gürcü, Arnavut yahut Boşnak veya Kürt
kardeşlerimizin bu gerçekleri bir kere daha
düşünmeleri faydalı olacaktır.
Mozaik
Kültür
Mozaik kültür kavramı, toplumsal
bilimler tarafından tarif edilmiş, oturmuş bir kavram
değildir. Bunun için de, isteyen istediği gibi bu
kavrama anlam yüklemekte, hatta bazıları hiçbir anlam
vermeden, konuşmasının moda bir malzemesi olsun diye
bunu kullanmaktadır. Yabancı kaynaklı, bilimsel
kılıklı propaganda yayımlarında Türkiye; kırktan yüz
kırka kadar değişik etnik gruba bölündüğü gibi, millî
kültürümüz de tam bir yamalı bohça olarak
gösterilmekte ve bunun adına mozaik denilmektedir.
Son yıllarda Anadolu’nun eski tarihini
araştırmaya merak sarmış yabancı bilim adamlarını Doğu
Karadeniz’den Adana’ya kadar her yanda görebiliyoruz.
Bunların her birinin, oryantalist büyük babaları gibi,
bir başka devletin ilgili birimlerinin görevlileri
olduğunu da biliyoruz. Onlar “mâhut” Batılı dostlardan
olsalar da, ülkelerinin millî menfaatleri için
çalışmalarını tabiî karşılayıp bizim neler yaptığımızı
düşünmemiz gerekir.
Türk kültürünü, kendi içinde
bütünlükten, ortak bir üslûptan mahrum, yığma kültürel
olgular sergisi olarak sunmaya çalışan bu kesimlerin
nihaî hedefinin bu hedefe ulaşmaları imkânsız da olsa
bir toplumsal ve siyasî parçalanma olduğu, tarihî ve
güncel tecrübelerle sabittir. Onlar, bu yorumlarını
çağdaşlığın doğal bir gereği ve modern toplumların
kaçınılmaz bir olgusu gibi sunmaktadırlar. Pek de
özgürlükçü olan bu çevreler, toplum bütünlüğünü
sağlayan ortak davranış kodları ve değerlerini bile,
bireysel özgürlükleri sınırlayan engeller olarak
göstermeye çalışmaktadırlar. Bütün bu gayretler,
yukarıda temas edilen farklı etnik grupların varlığına
kapalı yahut açık ve doğrudan göndermeler yapmak
içindir. Son yıllarda yoğunlaşan “küreselleşme”
söylemi de bu bağlamda kullanılmakta ve dünyadaki bazı
kültürel gelişmelere özel vurgular yapılarak, bu
sunuşlara yoğunluk ve ağırlık kazandırılmak
istenmektedir. Bütün bunları yapmakta gayrete
gelenler, Batılı dostlarımızın emrindeki bölücü
çevrelerdir ve ne yapmak istediklerini bilmektedirler.
Bir “gafil” kesiminin de önünü sonunu
görmeden, açılmaya çalışılan bu yolda yürüdüğünü
görmekteyiz. Bunlar Avrupalılaşmaya meraklı, millî
kimlik kaygısı taşımayan ve yukarıda temas edilmiş
olduğu gibi, bağımsız düşünme gücünü yitirmiş, her
türlü iyi ve kötünün ölçülerini Batı’dan alan; ancak,
bunları kendi toplumu için yeniden üretmeyi bilmeyen,
aşırmacı, taklitçi, kolaycı okumuşlarımızdır. Onlar,
toplum bilimlerinin genel olduğu varsayılan
ilkelerinin, ölçülerinin bile her toplum için yeniden
düşünülmesi, üretilmesi ve uygulanması gerektiğini
düşünmezler. Ve çağdaşlaşma, küreselleşme gibi
sloganların ardında, kolayca, bu kavramları sunulduğu
gibi, yontulmamış haliyle alırlar ve yaygaracı bir
üslûpla savunmaya başlarlar. Bunlar, özellikle
toplumsal bilimlerin, ilmî hür, vicdanı hür, irfanı
hür insanların elinde olmadıkça, hakiki mürşit
olamayacağını anlayamazlar.
İyiniyetli olduklarını düşündüğümüz bir
diğer kesim, Türk kültürünün zenginliğini, çok
renkliliğini ifade için mozaik kültür tabirini
kullanmaktadır. Aşağıda, kültürel oluşumları
açıklarken göreceğiz ki, gerçekten de kültürümüz çok
çeşitli kaynaklardan beslenmiş, çok geniş kültürel
coğrafyası olan ve bu yüzden de çok renkli ve
zengindir; ama, bu mozaik demek değildir. Bunu, anlam
ve estetik bütünlüğü olan bir tabloda fevkalâde zengin
renklerin kullanılmış olmasına benzetebiliriz.
Bazıları aynı tabiri, folklorik
çeşitlilik ve zenginliğimizi ifade için
kullanmaktadır. Bu yaklaşım iyiniyetli olsa da, teknik
olarak yanlıştır; çünkü, folklorik görüntüler millî
kültürün içinde olmakla birlikte, alt kültür olarak
nitelenen alanlardır.
Canlı olan her kültür, temas ettiği
başka kültürlerle alışveriş halinde olur. Eğer kültür
kendi içine kapanmış, alışverişe uzak duruyorsa, kendi
içinde de üretemiyor, geleneği tekrar etmekle
yetiniyor demektir. Yaratıcı olan kültür, karşılaştığı
yeni kültür unsur yahut kurumlarından ihtiyaç
duyduklarını alır, gereken üslûp uyarlamasını ve işlev
düzeltmesini yaparak kendisine katar. Buna kültürel
özümseme deriz ki, o kurum artık hem yapı olarak, hem
biçim ve işlev olarak özümsendiği kültürün malı
olmuştur. O kurumun bir başka kültürden alındığını,
ancak kültür araştırıcıları bilirler yahut
anlayabilirler.
Bütün
kültürler için durum budur. Eğer kültür,
yaratıcılığını kaybettiği dönemlerde bu alışverişe
girerse, aldığı kurumu özümseyemez; yani, hem üslûp
olarak kendisine katamaz, yeni kurum yama gibi kalır;
hem, işlevlerini düzenleyemez, girdiği kültürel
yapıyla çatışma içinde olur, beklenen fayda
sağlanamaz.
Bir kültürel olguyu, yapıyı oluşturan,
onun malzemesi durumundaki kültürel unsurlara gelince,
bunların alışverişi, her kültürde sayısız denilecek
kadar çoktur. Alıcı kültür, kendinden ve diğer
kültürlerden aldığı bu malzemeleri biraraya getirip,
onlara bir üslûp kazandırır ve bir anlam yükler ki, o
kültürel olgular özgün yaratışlar olurlar. İki örnekle
açıklayalım: Bilindiği gibi, “Mehmet” yahut “Memet”
isimleri Türklerin simge adlarındandır. Aslında Arapça
“Muhammed” adının Türk hançeresine uydurulmuş
şeklidir. Mehmetçik de Türk ordusunun simgesidir. Bu
söyleyiş değişmesi ve anlam yüklemelerinden sonra,
Mehmet yahut Mehmetçik kelimelerinin Türkçe
olmadıklarını ileri sürmek, hiçbir anlam ifade etmez.
Türk bayrağını düşünelim: Bezini Amerika’dan, boyasını
Hindistan’dan getirmiş olabiliriz, ay motifi de eski
Anadolu medeniyetlerinden kalmış olabilir. O
kompozisyonu yapıp, bayrak anlamını verip de kapımıza
astığımız zaman, o artık Türk bayrağıdır ve her şeyi
ile millîdir. Selimiye Camii’ni de düşünebilirsiniz:
Eserde yüzlerce yapı malzemesi, yapı tekniği
kullanılmıştır; bunların tamamını Türkler’in icad
etmediği bellidir; ama, Selimiye Türk mimarisinin
şaheseridir ve bunu tartışmak da kimsenin aklına
gelmemektedir. Bir örnek de mutfağımızdan alalım:
Patlıcanın hangi yüzyılda ve hangi kültürden bize
geldiğini bilmiyorum; ama, imam bayıldıdan
kızartmasına kadar kırk türlü yemeğini yeriz ki, hepsi
de Türktür.
Özetlemek gerekirse, bir kültürel
olguya vücut veren bütün unsurların yerli olması,
ancak ilkel ve dünyaya kapalı kabilelerde görülebilir.
Normal, canlı kültürler, Amerika’yı yeniden keşfe
çıkmazlar; faydalı gördükleri unsurları alır ve kendi
özgün kültürlerini kurarlar yahut kurumları alır ve
özümserler. Dikkat edilmesi gereken husus, kültürü
oluşturan çeşitli maddî ve manevî unsurların başka
kültürlerden alınmasının, sonuçta oluşan kültürün
özgün olmadığı yahut mozaik kültür olduğu anlamına
gelmeyeceğidir. Eğer alıcı millî kültür kendi inanç
sistemini, değerlerini, üslûbunu kaybetmişse, zaten
millîlik niteliğini yitirmiş demektir ki, unsurlarının
yerli veya yabancı olması sonucu değiştirmez.
Sonuç
Sonuç olarak, bir kültürel olguya vücut
veren unsurların bir veya birkaçının yabancı
kültürlerden alınması, kültürel oluşumların doğasına
uygun, tabiî bir olaydır ve kültürün özgünlüğünü,
millîliğini zedelemez. Çünkü kültür, bu münferit
unsurların üstünde bir anlam ve üslûp bütünlüğü
taşıyan bir olgudur. Öyle ise, her kültür için şu veya
bu ölçüde geçerli ve gerçek olan bu durumdan ötürü,
bir kültürü mozaik, olarak nitelememiz anlamsız
olacaktır; çünkü, bütün kültürlere mozaik demiş yani
kültür yerine mozaik kültür tabirini ikame etmiş
olmaktayız.
Öyle ise, mozaik kültür nedir?
Birbirinden bağımsız olarak varolan, kendini üretmeye
devam eden birkaç kültürün birarada, bir toplum içinde
bulunuşunu mozaik olarak isimlendirebiliriz. Bağımsız
olarak varolmaktan, din, dil, sanat, ev düzeni, çocuk
eğitimi v.b. hayatın birçok alanında, birlikte olduğu
kültürden farklı olmayı ve farklı olarak üretmeye
devam etmeyi anlarız. Buna göre, dağılmadan önceki
Sovyetler Birliği bir mozaik kültür topluluğu idi;
birbirinden bağımsız, Rus, Türkmen ve benzeri
kültürler yan yana varlıklarını devam ettiriyorlardı.
Osmanlı İmparatorluğu da bütünü itibariyle bir mozaik
kültür idi; Türk, Rum, Arap v.s. kültürler yan yana
varlıklarını devam ettiriyorlardı.
Şu hale göre, Türk kültürü çok geniş
tarihî coğrafyasında, millî kültürünü oluştururken,
çok çeşitli kaynaklardan beslenmiş, onlardan üslûplar,
unsurlar ve kurumlar alarak kendisini
zenginleştirmiştir; aldığı her şeyi Türk yaparak
zenginleştirmiştir. Bu zenginleşmede, Çin Denizi’nden
Adriyatik’e kadar temas halinde olduğu bütün
kültürlerin, Anadolu’daki eski medeniyetlerin şu veya
bu ölçüde payları vardır; hatta, ülkemize şu veya bu
vesileyle gelmiş üç beş Rus yahut Fransız ailesinin
bile katkıları vardır; ama, ortaya konulan şey Türk
kültürüdür.
Zenginliklerimizi dile getirmenin daha
güzel ve sağlıklı yollarını bulabiliriz. Bunun için,
kötü niyetlilerin etnik kimlikle bağlantılı olarak
yerleştirmeye çalıştıkları böyle bir kavrama
ihtiyacımız yoktur.
|