O
zamanlar Almanya
Leibniz dünyaya geldiğinde Otuz Yıl Savaşları (1618-1648) henüz
sona ermiş değildi. İspanya, Avrupa ülkeleri üzerindeki baskıcı
gücünü artık koruyamaz olmuştu, Felipe IV'ün (1621-1655) ve ona
canla başla destek olan kont-dük Olivares'in çabalarına karşın
eski gücünü yitirmeye doğru gidiyordu. 1640'da Portekizliler
ayaklandılar. Avrupa iyiden iyiye karışıktı. Fransa'da da güç
zamanlar yaşanmaktaydı, iki Fronde olayı dünyanın merkezi
görünümündeki Fransa'yı temelden sarsmıştı (1648-1649, 1650-1653).
Yeniçağ'ın başlarında İspanyolları ve İtalyanları yeni dünya
düzenini oluşturmakta öne geçiren gelişimler durur gibi olmuş,
ağırlık Fransa'ya ve İngiltere'ye kaymıştı. Kültür düzeyinde çok
büyük gelişimler yaşanmaktaydı. Bu gelişimlerin temelinde elbette
toplumsal, siyasal ve iktisadi etkenleri aramak doğru olur. Avrupa
ortak bir sıkıntıyı yaşıyor da olsa koşullar ülkeler açısından
oldukça ayrıydı.
Genel görünüm XVI. yüzyılda Almanlar açısından özellikle
sıkıntılıdır. Bu yüzyılda feodal yaşam koşullarından hızla
sıyrılıp sermayeci ilişkiler içine giren Fransa ve İngiltere'ye
karşı Almanya henüz feodal yaşam koşullarının doruğundadır ya da
feodallik orada yeni yeni çözülmeye başlamıştır. Almanya'da
oldukça geç zamanda, aşağı yukarı XIII. yüzyılda kurulan feodal
düzen ülkenin siyasal parçalılığı yüzünden başka ülkelere göre çok
daha kalıcı özellikler gösteriyordu. Genel ölçüler içinde
Almanya'da iktisadi yaşam Avrupa'nın öbür ülkelerinde olduğundan
çok daha geriydi. Almanya bütünlüklü bir ülke değildi, bütünlüklü
duruma gelmeye yatkın da görünmüyordu, orada bir bölgenin yapısı
bir başka bölgenin yapısına hiç mi hiç benzemiyordu. O zamanın
Almanya'sı aralarında büyük uzaklıklar olan çiftliklerden
oluşmuştu. Adı büyük kendi güçsüz Kutsal Roma Germen İmparatorluğu
ülkenin üstünde ince bir zar, çürük bir örtü, çatlamaya hazır bir
kabuk gibiydi. Kutsallıkla dini, Romalı oluşla eski Roma'nın
görkemini, Germen oluşla ulusal bütünlüğü düşündüren bu adı var
kendi yok imparatorluk sınırları çok belirgin bir bütünlüğü
belirlemekten uzaktı. Ayrıca bu imparatorluktan herkes daha
değişik bir bütünlüğü anlayabilirdi. Örneğin Yvon Belaval'e göre
Almanya "Leibniz'in düşüncelerinde her zaman Alsace'ı, Lorraine'i,
İspanyol Hollandası'nı, hatta Besançon'u, Dauphine'yi ve Arles
Krallığı'nı içerecekti".
Bugünkü Almanya'nın temelini ya da ilk biçimini oluşturan o günkü
topraklarda Viyana'daki Habsburgların yönettiği üç yüz altmış
devlet vardı. İmparatoru yedi seçici prens seçiyordu, bunlardan
üçü (Mainz, Köln, Trier) dinsel nitelikliydi. Otuz Yıl
Savaşları'nı sona erdiren Westfalen antlaşmaları (1648) sonrasında
Alman prensliklerinin durumu hiç de iç açıcı değildi. Almanya'nın
siyasal konumu bu antlaşmalarla büyük bir değişikliğe uğradı.
Seçicilerin sayısı yediden sekize çıkarıldı, üç yüz elli Alman
devletine egemenlik tanındı. İyiden iyiye küçülen Kutsal
İmparatorluk hemen tüm gücünü yitirmiş gibiydi. "Sonuç? Alman
nüfusu on altı milyondan altı milyona düştü. Bazı kentler
insanlarının dörtte üçünü yitirdiler (Aachen); Köln'de bin iki yüz
ev kaldı; Berlin'de artık altı bin insan vardı; München'de dokuz
bin, Augsburg'da on sekiz bin insan vardı; yalnızca Frankfurt,
Leipzig, Hamburg ağırlıklarını az çok korudular" (Yvon Belaval).
Leibniz şöyle yazar: "Ülke hemen hemen yarı yarıya çocuklardan
oluşuyordu. Savaş yeniden başlasaydı doğacak kuşakların tohumu yok
edilmiş olacağından zavallı Almanya'nın büyük bir parçası çöle
dönecekti diye korkuya kapılmak hiç de yanlış olmazdı."
Toprakların üçte biri artık ekilip biçilmiyordu. Thüringen'de
küçük ve büyükbaş hayvanların altıda beşi yok oldu. Köylüler
neredeyse köle durumuna düştüler. Almanya savaşın yaralarını ancak
bir yüzyıl içinde sarabilecektir.
Dağılmış ülkenin sıkıntılı filozofu
Almanya yakın zamanlara kadar bütünleşememiş bir ülke olmanın,
ulusal birimlerin oluştuğu bir dönemde ulusal bir birlik
oluşturamamanın sıkıntısını çekecektir. Luther'in öncülüğünde
gelişen Reform devinimi böylesi bir bütünlüğün kurulabilmesi
yolunda bir adım değil miydi? Leibniz bu konuda şöyle düşünür:
"Büyük Reform Batı'da çok şeyin durumunu büyük ölçüde değiştirdi
ve bir bölünme getirdi; bu bölünmeyle köken olarak Töton dili
konuşan halkların büyük bir bölümü, dilinin kökeni Latince olan
halklardan koptu." İnançta kilisenin gücünü kırmaya, yükselen
kentsoylu sınıfın gücünü din adamları sınıfına benimsetmeye
yönelen Reform devinimi Avrupa'da dinsel bütünlüğü parçalayıp
çıkmıştı. Gerçekte Reform bir bütünleşme çabası olmaktan çok din
adamları sınıfının gücünü kırma denemesiydi, bu yüzden Alman
kentsoylularının giriştiği bu devinime kentsoyluluğun
güçlenmesiyle gelen yeni yaşam koşullarının tüketmekte olduğu
soylu sınıfı da katılmıştı: Alman topraklarının üçte birini elinde
tutan kilise bu saltanatını büyük ölçüde soyluların topraklarına
el koyarak kazanmıştı, şimdi de soylular kentsoyluların peşine
takılarak topraklarını geri alma girişiminde bulunuyorlardı.
Soyluların kentsoylularla işbirliği yapması ya da onların arkasına
takılması biraz garip bir tablo ortaya koyuyordu. Elbet koca bir
Reform'u bir iki nedene bağlayıp çıkamayız, onun gelişiminde
kilisenin işlevleri dışına çıkmış olmasıyla gelen bir düzenleme
öngörüsü ve yeni yaşam koşullarının zorunlu kıldığı bir laiklik
istemi de belirleyiciydi.
Luther'le Calvin'in tam bir yarışa dönen çekişmeleri tarikat
sayısını artırınca dinsel bütünlüğün ulusal bütünlüğü
geliştireceği düşüncesi ortadan silindi. Oysa o dönem tam
anlamında ulusal bütünlüklerin kurulma ve gelişmesi dönemiydi.
Kuzey'de Luther'in açtığı yolda Protestanlık gelişirken Katoliklik
de özellikle Güney'de varlığını korudu, ayrıca güçlendi. Kısacası
XV. ve XVI. yüzyıllarda Rönesans'ın getirdiği insancı değerler
karşısında çok büyük bir sarsıntı geçiren din kurumları XVII.
yüzyılda toparlandılar, eskisinden çok daha güçlü ve çok daha
bilinçli bir biçimde yaşama ağırlıklarını koymaya yöneldiler ve
özellikle "misyonerlik" yoluyla dünyaya açılmaya başladılar. Pek
çok aydının bu zamanlarda tanrıtanımaz diye izlenmesi ve
tutuklanması bu güçlenmenin bir göstergesi olduğu kadar kralların
sınıflararası dengeyi bozmama özeniyle ilgilidir. Rönesans
insancılığıyla gelen özgür düşünce ve özgür düşünceyle gelen "bu
dünya" tutkusu insanların dikkatini dinden daha değişik alanlara
çevirmişti. Yeni düşünce dinsel dogmalar üzerine değil, Stoa
usçuluğu üzerine, Epikuros hazcılığı üzerine ve Pyrrhon'dan kalma
gibi görünen ama onu çok aşan bir kuşkuculuk düşüncesi üzerine
temelleniyordu. Kilise bu pagan anlayışlarına karşı kendi gücünü
ortaya koymalıydı.
Bu arada Almanya iyileşmez parçalanmışlığı içinde aşılmaz gibi
duran binbir sorunla eski yapısı içinde hemen hemen olduğu gibi
kaldı. Bütünleşmenin iki yüzü vardı, ulusal yüzü ve dinsel yüzü.
İmparatorluk sınırları içinde kalan kiliseleri birleştirme çabası
Leibniz'in bütün bir ömrünü kapsayacaktır. Bu dağılmışlık içinde
Almanya'da felsefenin, sanatın ve bilimlerin durumu da pek iç
açıcı değildi. Almanya Fransa'daki ve İngiltere'deki kültür
gelişimlerine ayak uydurabilecek gibi görünmüyordu. Leibniz
sorumlu bir aydın olarak bu durumdan şu sözlerle yakınır:
"Genellikle Almanya'da büyük bir yanlış yaşanıyor, bu yanlış soylu
sınıfımızın, seçkin insanlarımızın, hatta akarcılarımızın (1)
İngilizlerde olduğu gibi bilime ya da Fransızlarda olduğu gibi
manevi tartışmalara ya da düşünce yapıtlarına yönelmiyor oluşudur,
yalnızca içkiye ve kumara yöneliyor oluşudur." Leibniz'e göre
Almanya'da insanlar kadına ve paraya tutkundurlar. Gençlerin
eğitimi tam anlamıyla kötüdür, gençler safahata yönelme
eğilimindedirler. Yurt sevgisi diye bir şey bilmezler. İlgisizlik
veba gibi her yanı kasıp kavurmaktadır. Gerçekte yakından
bakıldığında bu yakınmaların yüzde yüz karşılığı olmadığı
görülecektir. Ancak Leibniz dinsel ve ulusal parçalanmışlık içinde
bulunan Almanya'nın gerçek anlamda sıkıntıda hatta bir açmazda
olduğunu düşünmektedir. Onun başlıca sorunu budur.
Düşünceye adanmış bir yaşam XVII. yüzyıl felsefe açısından epeyce
zengin bir dönem oldu. M.Ö. IV. yüzyıldan sonra kendini ahlak
sorunlarında sınırlayan ve böylece bakış açısını son derece
daraltan, çeşitli anlayışlarda zaman zaman da bir karşı-felsefe
özelliği gösteren felsefe yirmi bir yüzyıl sonra yeniden eski
derinliğine ve çeşitliliğine kavuşmuş oldu, ayrıca eski zamanlarda
benzeri görülmemiş olan bir dizgeciliğe ve yöntemliliğe ulaştı.
Felsefenin ilk büyük adları olan Sokrates'de, Platon'da ve
Aristoteles'de herhangi bir düzen kaygısı düzeyini aşmayan
yöntemlilik kavrayışı bu yeni dönemde gerçek bir yöntem anlayışına
dönüşürken dizgesellik genel bir toparlayıcılık olmaktan çok ötede
felsefenin zorunlu bir öğesi durumuna geldi. XVII. yüzyıl
denilince üç büyük filozofu, Descartes'ı, Spinoza'yı ve Leibniz'i
düşünürüz öncelikle. Spinoza ve Leibniz yüzde yüz Descartesçı bir
tutum almaksızın Descartes'ın yolunu izlemişler, onun açtığı
yoldan biri daha maddeci, öbürü daha ruhçu bir düzlemde yeni
felsefeler geliştirmişlerdir. Platon'un ve Aristoteles'in,
özellikle Aristoteles'in felsefede uzun yüzyıllar boyu sürmüş olan
doğrudan doğruya etkinliği artık doğal ya da dolaylı bir etkinliğe
dönüşmüştür.
Her üç filozof da rönesans aydınlarından kalma bir çalışkanlıkla
felsefeye yönelip bir dönemin üç büyük yapı taşı oldular.
Cizvitlerin La Flèche okulunda eksiksiz bir skolastik öğrenimi
gören, daha sonra yoğun bir felsefe çabasına giren Descartes;
İbranice, Latince ve Fransızca'yı çok iyi öğrenmiş olan ve
gündelik yaşamın gelgitleri dışında tüm yaşamını felsefeye adayan
Spinoza yeni felsefenin öncüleri olurken ardılları Leibniz (Descartes'tan
elli yıl, Spinoza' dan on dört yıl sonra dünyaya gelmiştir) çok
erken gelişmiş bir dahi örneği çizerek yeni bilimsel ve felsefi
kavrayışın öncüleri arasında en önemli yerlerden birini almıştır.
Leibniz'in belirttiği gibi Descartes'tan geçmeden Yeniçağ'ı
kavramak nasıl zorsa bizim gibi düşünen pek çok kişinin de
benimseyeceği gibi Leibniz'den geçmeden gelişim fikrini kavramak
olası değildir. Yeni felsefeyi doğru olarak kavrayabilmek için bu
üç filozofun bilgi dünyasına ayrıntılarıyla girmekte yarar vardır.
Alman filozofu Leibniz Slav kökenli bir ailenin çocuğudur. Onun
adını tam olarak söyleyebilmek bizim için güçtür. Bu konuda
Almanlar bile güçlük çeker. Filozofun adını bazı kaynaklarda
Leibniz, bazı kaynaklarda Leibnitz diye yazarlar. Gerçekte onun
adını Alman dilinin koşulları içinde Lubenicz diye yazmak ve
Leubnütz gibi okumak gerekiyordu belki de. (Yvon Belaval'e göre
filozofun adı pek çok biçimde yazılabilir ve okunabilirdi: Leibniz,
Leibnitz, Leibnüzius, Leibnütz, Leubnutz, Lubeniecz vb). Ancak bu
yazış ve bu okuyuşların da Almancaya uyarlı olduğu kesin değildir.
Slavcadaki "nicz"in Almancada "nitch" olması gerekiyordu. Bazı
yazarlar onun adını Leibnitz diye yazmayı yeğlerler. Kendisi
Leibniz' i daha uygun görmüş, adını hep öyle yazmıştır. Biz de
filozofun adını Leibniz diye yazıyor ancak bu adı doğru
ünleyebileceğimizi hiçbir zaman düşünmüyoruz, herhangi bir
filozofun adını kendi dilinde doğru okumak gibi bir yükümlülüğümüz
olmadığı için buna gerek de görmüyoruz.
Dehanın ilk atılımları
Gottfried Wilhelm Leibniz 1 Haziran l646'da Leipzig'de doğdu.
Birkaç kuşak önce Almanya'ya yerleşmiş Slav kökenli Lutherci bir
aileden geliyordu. Babası Friedrich Leibniz üniversite hocasıydı,
ahlak dersleri veriyordu, aynı zamanda hukukçuydu. Annesi
Catharina Schmuck bir hukuk profesörünün kızıydı. Gottfried
Wilhelm babasını yitirdiğinde altı yaşındaydı. O yıl Nikolai-Schule'de
ilköğrenimine başladı. Ancak yaşamının büyük bir bölümünü
babasından kalan geniş kitaplıkta geçiriyordu. Kendi kendine
Yunanca ve Latince öğrendi, özellikle Platon'u ve Aristoteles'i
okudu, daha geniş çerçevede Eskiçağ'ın tüm filozoflarını ve
skolastikleri inceledi. On beş yaşından sonra Bacon'a,
Campanella'ya, Galileo Galilei'ye, Descartes'a yöneldi. l66l'de
yani on beş yaşında Leipzig Üniversitesi'ne girdiğinde
felsefesinin temellerini atmış bulunuyordu. Daha sonra, 1714'te
yazdığı bir mektupta şöyle diyecektir: "On beş yaşlarımdayken
Leipzig yöresindeki Rosenthal korusunda eskilerin ve
skolastiklerin tözsel biçimlerini benimsesem mi benimsemesem mi
sorusundan kurtulmak için gezindiğimi anımsıyorum." Filozof bu
genç yaşlarında daha çok Descartes mekaniğine ilgi duydu ve bu onu
matematiğe yöneltti.
Leibniz, Leipzig Üniversitesi'nde Jacob Thomasius'un derslerini
izledi. Bu ünlü felsefe adamı felsefe tarihi alanındaki bilgisiyle
Leibniz'in yetişmesine büyük katkıda bulundu. Leibniz o sırada
Bacon'la ve Descartes'la olduğu kadar Hobbes'la da ilgilenmeye
başlamıştı. Bu araştırmaları sonucunda Descartes'ın mekanikçi
anlayışına bağlılığı giderek artacaktır. Ancak o hiçbir zaman körü
körüne bir Descartes izleyicisi olmayacak, örneğin Aristoteles
metafiziğinden kalan ve Descartes'ın hiç benimsemediği sonuçsal
neden fikrini yeniden felsefeye getirecektir. Bu da onun dinci
bakış açısının zorunlu denebilecek bir sonucudur, her dinci bakış
doğada bir ereklilik görmek ister. Oysa Descartes Aristoteles'in
dört nedeninden (etkin neden, biçimsel neden, maddesel neden,
sonuçsal neden) yalnızca etkin nedeni benimsemişti. Leibniz
l663'te "bireyleşme" konulu teziyle üniversiteyi bitirirken de
skolastik felsefeyle ilgili bir konuyu ele almaktaydı. O,
bireyleşme ilkesi sorununa adcı bir çözüm getiriyordu. Evet,
"bireyleşme" skolastik felsefeden kalma bir kavramdır, İbni
Sina'nın metinlerini Latince'ye çeviren Eucken tarafından
felsefeye sokulmuştur. Leibniz de bireyleşme sorunu çerçevesinde
bir varlığın yalnızca özgül bir tipe sahip olmadığını, aynı
zamanda tekil, somut, uzayda ve zamanda belirgin bir varoluşa
sahip olduğunu "De principio individui" adlı bu çalışmasında
göstermeye çalışmıştır. Yvon Belaval bu tezle ilgili olarak
şunları söyler: "Leibniz'in bakaloryasını almak için 1663
mayısında verdiği tezi "De principio individui" adcılıktan yana
çıkar. Yaratılmış tözler bireysellik ilkelerini biçimde de maddede
de bulmazlar, bütünsel birliklerinde bulurlar (biçim ve madde);
biçimle madde, özle varoluş, türle özgül ayrım arasında ussal bir
ayırma söz konusudur; doğa kendi kendini bireyselleştirir yani ilk
maddenin devinimi özel varlıkları oluşturmak için yeterlidir,
çünkü şeylerin izleri Tanrı'da varoldukları sürece ölümsüzdürler."
Leibniz o yıl Jena Üniversitesi'nde metafizikçi, hukukçu,
matematikçi Erhard Weigel'in derslerini izledi ve mantıkla ilgili
çalışmalar yaptı. Felsefe dilini basitleştirmek ve felsefi
araştırmayı matematiksel araştırmaya benzer kılmak düşüncesi onda
o zamanlar oluşmaya başladı. "1663'te Jena'dan dönüşünde hukuk
bilimi adına her şeyi yüzüstü bırakır. Yaptığı tarih ve felsefe
araştırmalarının sağladığı kolaylıkla hukuku çok basit bulur ve
kuramda oyalanmadan hemen uygulamaya geçer. Savcı yardımcısı olan
bir dostu onu mahkemeye götürür, ona okuması için kararlar bulup
verir, yasa örnekleri gösterir. (..) Öğrencimiz hukuk biliminin
derinliklerine erkenden girer. Yargıçlık mesleğini pek sever,
ancak avukatların ayrıntıcılığından nefret eder" (Y. Belaval).
6 Şubat l664'te Leibniz annesini yitirmiş, bu yüzden Brunswick'de
hukukçu olan dayısı Johann Strauch'un yanına yerleşmiş ve hukuk
konularında araştırmalara başlamıştı. Aynı zamanda Altdorf'da (Nürnberg
yakınları) "De casibus perplexis in jure" (Hukukta güç durumlar)
adlı doktora tezini yazdı. Bu arada Nürnberg'de Rosenkreuz
tarikatına girdi, tarikata girmekle kalmadı, örgütün sekreteri
oldu. O sıra simyacıların çalışmalarıyla ve yapıtlarıyla
ilgilenmeye başladı. Tarikattaki eğilimlerin tersine boş inanca
dayalı fikirlerle ilgilenmek yerine kimya çalışmalarına yöneldi.
l667'de Leibniz, Mainz Seçicisi'nin eski danışmanı olan Boineburg
baronuyla dostluk kurdu, bir "Nova methodus discendae docendaeque
jurispuridentiae" (Hukuku öğrenmek ve öğretmek için yeni yöntem)
yazdı ve baronun önerisiyle onu Seçici'ye kendi eliyle sundu.
Böylece hukukçu Lasser'le birlikte çalışma olanağı sağladı. Bu
kitap hukuk öğretiminde yeni bir yöntem önerirken hukuka kesinliği
ve apaçıklığı getirmeyi amaçlıyordu. Leibniz'in o günleriyle
ilgili olarak E. Boutroux şöyle der: "Onun Nürnberg'de kalmaktan
sağladığı en büyük yarar 1667 ilkyazında Almanya'nın en seçkin
devlet adamlarından biri olan Boineburg baronuyla yani Mainz
seçicisi Johann Philippe'in eski birinci özel danışmanıyla
tanışmak ve böylece büyük bir güç kazanmak oldu. Siyaset adamıyla
bilgin arasında birdenbire çok değerli bir yakınlık kuruldu: o
zamana kadar okulların dar çerçevesini aşamamış olan Leibniz
dostunun yardımıyla toplum ve siyaset yaşamının geniş alanına
girdi."
Paris yolculuğu ve son çalışmalar
l667-l668'de "Confessio naturae contra atheistas"
(Tanrıtanımazlara karşı doğanın tanıklığı) adlı yapıtını yazdı.
1668'de yayımlanan bu tantanalı başlıklı kitabında Leibniz tıpkı
Bacon gibi az felsefenin insanı dinden edeceğini ve yeterli
felsefenin ya da çok felsefenin dine bağlayacağını savundu.
Boineburg'un aracılığıyla yayımlanan bu yapıtında filozof ayrıca
Hıristiyan kiliselerinin birleştirilmesi için görüşler öne
sürüyordu. Leibniz l669 yılını çeşitli siyasal ilişkiler içinde
geçirdi. O yıl ilginç bir kitap yayımladı: "Defensio trintitatis
per nova repeta logica" (Yeni mantıksal buluşların ışığında
teslisin savunulması). Leibniz l670'de Mainz Seçicisi'nin sarayına
danışman olarak atandı. Bu sırada Boineburg baronunun isteği
üzerine bir XVI. yüzyıl insancısının, Marius Nigolius'un bir
yapıtını yeniden baskıya hazırladı. "Antibarbarus" adlı bu yapıt
skolastik düşünceye yönelik bir eleştiriydi.
Yazar bu kitabında yeni düşünceyi savunuyor, skolastik düşünceyi
yerden yere vuruyordu. Leibniz bu kitaba yazdığı önsözde yazarın
aşırılıklarını belirtmekten geri kalmadı. 1672'de iki fizik kitabı
yayımladı: "Theoria motus abstracti" (Soyut devinim kuramı) ve "Theoria
motus concreti" (Somut devinim kuramı). Bunlardan soyutla ilgili
olanı Londra krallık topluluğuna, somutla ilgili olanı Fransız
bilimler akademisine sunuldu. Leibniz her iki kitabında
sonsuzküçük hesabını fiziğe uygulamaya çalışmıştır. Bu kitapların
asıl önemi Descartesçı öğretiye yönelttikleri eleştiriden gelir.
Descartes'ın uzam kavrayışı Leibniz'in düşünce dünyasına ters
düşer. Descartes'ın öğretisinde uzam maddenin özüdür. Descartes
uzamı "içsel yer" diye adlandırıyor, uzamda içerilmiş cismin
uzamdan ayrılığı yalnızca düşüncemizden gelir diye düşünüyordu.
Ona göre uzamı oluşturan şey cismi de oluşturan şeydi. Bu görüş
elbette Hıristiyan dogmalarına aykırıdır. Leibniz sorunu şöyle
koyuyordu: uzam cisimlerin özü olamaz, cisimde daha üst düzeyde
bir şeylerin bulunması gerekir. Uzamdan bağımsız olan bu şey de
tözdür. Leibniz böylece yeni bilimsel düşünceden uzaklaşmaksızın
eski felsefenin töz kavrayışına bağlanıyor, ruhsal olanla cisimsel
olanın varlığını ayrı ayrı belirleyerek bu iki şey arasına bir
geçiş yeri koyuyordu. Böylece Hıristiyan inancının dogmaları da
zedelenmemiş oluyordu. Leibniz'e göre zaman nasıl art arda gelişin
düzenini veriyorsa uzam da yan yana gelişin düzenini veriyordu.
Leibniz l672'de diplomatik bir amaçla Paris'e gitti. Amacı Fransa
kıralı Louis XIV'ü Mısır'ı ele geçirmesi için yönlendirmekti. Bu
girişim Osmanlı İmparatorluğu'nun ortadan kaldırılması yolunda
önemli bir adım olacaktı. Tasarının temelinde Almanya için tehlike
saydığı Louis XIV'ün gücünü kırma düşüncesi yatıyordu. Filozof
Paris'te Haçlı Seferleri döneminin çoktan kapandığı gibi bir yanıt
almakla düş kırıklığına uğradı. Y. Belaval bu konuda şunları
yazar: "1672! Leibniz bu yılı kaç kez acı çekerek anacaktır.
Paris'e yeni varmıştır, 6 Mayıs günüdür, Louis XIV Hollanda'ya
savaş açar. Bundan böyle Mısır'a sefer düzenleme tasarısını kim
umursayacak! 21 Haziran'da Pomponne Haçlı Seferleri'nin Saint
Louis'den bu yana anlamını yitirdiği yanıtını verir."
(Fransızların Mısır karşısındaki duyguları oldukça çelişiktir.
Onlar hem Mısır'ı ele geçirmek isterler, hem de Osmanlılarla arayı
bozmak istemezler. Sonunda Talleyrand'ın öngörüsüyle ve
Bonaparte'ın girişimiyle 5 Mart 1789'da Mısır seferine girişirler.
23 Temmuz'da Kahire düşer. Ancak bir süre sonra Fransızlar çeşitli
nedenlerle Mısır'dan çekilirler.)
Leibniz 'in Paris'e gitmekten amacı siyasal olduğu kadar da
bilimseldi: Paris bilimin, felsefenin ve sanatın merkeziydi,
Fransızca bir dünya diliydi, evrensel geçerlilikte bir dildi.
Fransız edebiyatı dünyanın ilgisini üzerine çekmeye başlamıştı.
Leibniz Paris'te gelişmekte olan kültür değerlerini yakından
tanıdı. Filozof bu arada 1673'te Londra'ya gidip döndü. Yılın ilk
üç ayını orada geçirdi, Wren, Oldenburg gibi matematikçilerle
görüştü, fizikçi Boyle'la dostluk kurdu. Paris'e döndüğünde
Pascal'ın matematik çalışmalarını inceledi, matematikçi ve
gökbilimci Huygens'le bir süre çalıştı. Malebranche'la tanışma
olanağı buldu. K. Fischer bu durumun Leibniz'e çok şey kattığını
bildirerek şöyle der: "Paris'te kalış onun için son derece yararlı
oldu. O yüzyılda o bir Fransız yazarı olmasaydı Avrupalı bir yazar
olamazdı. Leibniz bunu Paris'te gerçekleştirdi. (..) Birinci sınıf
matematikçi katına Paris'te yükselmiştir Leibniz, yoksa o zamanın
düşüncesi içinde Almanya'da kalsaydı bu yere ne yapsa çıkamazdı."
Leibniz'in başlıca yapıtlarını Fransız diliyle yazmış olması bu
çerçevede elbette oldukça anlamlıdır.
Leibniz 1676'da Pascal'ın yapmış olduğu hesap makinesini
geliştirdi. Yalnızca toplama çıkarma yapan makine bundan böyle
çarpma ve bölme de yapacaktı, hatta kök alma işlemlerinde
kullanılabilecekti. 1676 Ekiminde filozof ülkesine döndü. Geçerken
Londra'ya ve Amsterdam'a uğradı. Londra'da daha önceki
yolculuğunda tanımış olduğu ünlü geometri bilgini Collins'le ve
ünlü fizikçi, matematikçi, gökbilimci Newton'la görüştü. Newton'la
aralarında bu görüşmeden sonra öfke ve kuşku dolu bir kırgınlık
gelişti. Bu 1676 yılı Leibniz için oldukça verimli ya da önemli
bir yıldır. Leibniz 1676'da insanlık tarihinin en önemli
buluşlarından birini gerçekleştirdi, diferansiyel hesabını buldu.
Bu buluşuyla matematiği yeni bir bilim durumuna getirdi, "sürekli"yi
ve "sonsuzküçük"ü ortaya koydu. Diferansiyel hesabının bulunuşu
Leibniz'le Newton'ın arasını açtı. Ortaya konan buluşlar
arasındaki yakınlık Londra görüşmesinin bir sonucu muydu? Bu
hesabı önce Leibniz mi, Newton mu bulmuştu? Newton'ın flüksiyonlar
yöntemi dediği şey Leibniz'in yeni buluşuyla neredeyse özdeşti.
Emile Boutroux bu konuda şöyle der: "Newton flüksiyonların
değişimlerini cisimlerin devinimleriyle karşılaştırarak hız
fikrini yeni hesabının temeline koyuyordu. Leibniz buna karşılık
bu yeni araştırmaya sonsuzküçük nicelikler kavramını getirerek
fizik dünyadan alınmış bir imgeden değil de metafizik bir noktadan
yola çıkıyordu." Leibniz ülkesine dönerken Amsterdam'da
Spinoza'yla da bir görüşme yapmıştı. l672 yılının sonlarında
Boineburg baronu, bir yıl sonra Mainz seçicisi bu dünyadan
ayrılmışlardı. l676'da Leibniz Braunschweig-Lüneburg dükünün
önerisiyle Hannover'de kitaplık memuru oldu. 1677-1679 arasında
din işlerine ağırlık veren filozof kiliseleri birleştirme
girişimlerini sürdürdü, bunun için katolik inancının savunucusu
olan Fransız düşünürü Bossuet'yle mektuplaştı, bu arada piskopos
Spizola'yla yazıştı. Bossuet'nin uzlaşmaz kişiliği Leibniz'in
gücünü kırıyordu.
O sıralar Leibniz Harz maden işletmelerinin yenileştirilmesi için
çalışmalar yaptı, bu arada bazı kayaların dış asıllı, bazılarının
da iç asıllı olduğunu gösterdi. 1678'de Hannover'da yüksek mahkeme
üyesi seçildi. l682'de Leipzig'de "Acta eruditorum" adlı bilimsel
bir derginin kurulmasına katkıda bulundu. l685'te Braunschweig
hanedanının resmi tarihçisi oldu. l686'da felsefesinin bütününü
özetlediği, ince olmasına karşın temel kitaplarından biri sayılan
"Discours de metaphysique"i (Metafizik üzerine konuşma) yazdı.
Fransızca yazılmış olan ve ilk basımı 1846'da yapılabilen bu
yapıtı kesin biçimiyle 1907'de Henri Lestienne yayımladı. Bu
yapıtında Leibniz Tanrı'yı geniş çerçeveli bir biçimde tanıtlamaya
girişti ve ileride "monad" diye belirleyeceği "bireysel töz"ü
açıkladı. Bu yapıt Leibniz'i kavramakta çok önemli bir kaynaktır.
1686'da filozof kiliselerin birleştirilmesi konusunda yeni
çözümler getiren "Systema theologicum"u da çıkardı. O yılın bir
ürünü daha oldu: "Brevis demonstratio erroris memorabilis Cartesii"
(Descartes'ın önemli bir yanılgısıyla ilgili kısa belirleme). Bu
kitabında Leibniz Descartes'ın cisimlerin çarpışmasıyla ilgili
kuramını eleştirmiştir. l687-l690 arasında filozof Avusturya,
Almanya ve İtalya'ya yolculuklar yaptı. Braunschweig hanedanının
tarihini yazabilmek için belgeler topluyordu. Bu yolculukları
sırasında pek çok bilim, din ve siyaset adamıyla yakınlık kurdu.
l690'da Locke'un ünlü kitabı "Essay concerning human understanding"
(İnsan anlığı üzerine deneme) yayımlandı (kitabın genişletilmiş
basımları l694, l697, l699, l705'te yapılmıştır). Bu kitapta
Leibniz felsefesine taban tabana karşıt görüşler öne
sürülmektedir. Spinoza'nın yaşıtı olan ingiliz filozofu Locke
Aristotelesçi bir çizgide felsefesini geliştirmiştir, oysa Leibniz
tam anlamında Platoncu bir felsefe anlayışı geliştirmektedir. 1690
aynı zamanda filozofun "öncesel uyum" kuramını ortaya attığı
yıldır. Bir yıl sonra Leibniz "Si l'essence du corps consiste dans
l'étendue" (Cisimlerin tözü uzamda mıdır) adlı bir kitapçık
çıkardı. 1692'de Hannover devletinin seçicilik almasına katkıda
bulunan Leibniz 1693'te "Codex juris gentium diplomaticus"u (İnsan
haklarının siyaset yasası) yayımladı. 1694'te "Sur la reforma de
la philosophie première et sur la notion de substance" (İlk
felsefenin yeniden düzenlenmesi ve töz kavramı üzerine) adlı
kitabını çıkardı. Bir yıl sonra çıkan "Système nouveau de la
nature et de la communication des substances"da (Doğa üzerine ve
tözlerin ilişkisi üzerine yeni dizge) öncesel uyumu açıklıyordu.
Johann Friedrich'in yerine geçmiş olan kardeşi Ernst-August
1696'da Leibniz'i danışman yaptı. Filozof 1697'de "Sur l'origine
radicale des choses"u (Şeylerin kökel kaynağı üzerine) yayımladı.
Bu kitapta filozof dünyamızı "olası dünyaların en güzeli" diye
belirleyen kuramını açıklıyordu. 1698'de Ernst-August öldü. O yıl
Leibniz "De ipsa natura sive de vi insita actionibusque
creaturarum"u (Doğanın kendisi üzerine ya da içkin güç üzerine ve
yaratıkların eylemleri üzerine) adlı kitapçığını çıkardı. Bu
çalışmasında filozof doğa ve sonluluk üzerine ortaya konulmuş olan
fikirlerin modern mekaniklik fikriyle pek güzel bağdaştığını
savunuyordu. Felsefe çalışmalarının yanında Leibniz ülkesinin
kültür sorunlarını çözebilmek için tasarılar geliştiriyordu, bunun
için düşünsel ve siyasal düzeyde çeşitli ilişkiler kurmaktaydı.
Paris'teki ve Londra'daki bilimler akademisine benzer bir kuruluşu
gerçekleştirebilmek için çok emek harcadı. Bu yolda Brandenburg
seçicisine (geleceğin Prusya kralı Friedrich bir kuruluş taslağı
sundu. Berlin Bilimler Derneği Leibniz'in tasarısına göre 11
Temmuz 1700'de kuruldu. Başlangıç çalışmaları Avrupa'yı kasıp
kavurmakta olan savaşlar yüzünden pek çetin geçti. Kurum Friedrich
II'nin katkısıyla 1744'te Bilimler Akademisi adını aldı. Bu arada
Leibniz Braunschweig hanedanının tarihiyle ilgili belgeleri
1701'den sonra yayımladı. Bu çalışma eski Almanya üzerine
ayrıntılı bir tarih incelemesidir.
Leibniz l703'te temel kitaplarından biri
olan ve Locke'u eleştirmek üzere yazdığı "Nouveaux essais sur
l'entendement humain" (İnsan anlığı üzerine yeni deneme) adlı
yapıtını kotarır, ancak Locke 28 Ekim l704'de ölünce Leibniz bu
çok önemli yapıtını yayımlamaktan ahlaksal kaygılarla vazgeçer.
Oysa bu çalışma Leibniz felsefesini açıklayan temel ve geniş bir
çalışmadır. Bu çalışmada Locke'un "tabula rasa" kuramı eleştirilir
ve doğuştan fikirlerin varlığı savunulur. l7l0'da temel
kitaplarından biri olan "Essais de théodicée" (Tanrıbilgisi
üzerine deneme) yayımlanır. Bu kitap Fransız filozofu Pierre
Bayle'e yanıt niteliği taşımaktadır. Leibniz bu kitabında
dünyamızın olası dünyaların en güzeli olduğunu savunan o iyimser
görüşü üzerinde durur. Protestanlığın doğrularından çok hoşgörü
anlayışını benimseyen Bayle özellikle tartışma bilmez kişiler
olarak belirlediği dinbilimcileri kıyasıya eleştirir. O gerçekte
Leibniz'in töz anlayışına da karşıdır, hem çok basit olan hem de
hiçbir dış neden olmaksızın değişik algılara ulaşabilen monadlar
ona kavranılamaz görünmektedir. Pierre Bayle kolay kolay dize
gelmeyen kavgacı kişiliğiyle "inancın evrensel olması doğru
olmasını gerektirmez" diye düşünür. Bayle'e göre filozoflar
başkalarının önerdiği şeyleri benimsemekle değil, nesneleri
inceden inceye araştırmakla yükümlüdürler. Bu görüşleri onu
Leibniz'le ve din adamlarıyla karşı karşıya getirmiştir. Bayle
yalnız cizvitlerin değil, protestan papazlarının da öfkesini
çekiyordu. Bayle'e karşı tanrısal adaleti savunan "Théodicée"
mezheplerin birleştirilmesi yolunda bir çabayı ortaya koyar.
Leibniz bir yandan mezhepleri birleştirmeye çalışırken bir yandan
da tüm Hıristiyan ülkelerinin kardeşçe yaşamasını sağlamak için
yollar arıyor, bu arada Osmanlı İmparatorluğu'nu ortadan kaldırma
yolunda bir Mısır seferini gerçekleştirebilmek için çeşitli
ilişkilere giriyordu. Amacı elbette Fransızların dikkatini
Almanya'dan başka bir yöne yöneltmekti. Louis XIV'ün kapısını
çalmış, ancak hiçbir olumlu sonuç alamamıştı. Bir kapı daha çaldı.
Osmanlıların Demirbaş Şarl diye adlandırdıkları Karl XII'yle
ilişki kurdu. Kral Pultava savaşında yenilince filozofun umutları
suya düştü. Umut Rusya çarı Büyük Petro'daydı. Leibniz'in büyük
Petro'ya yaklaşması çok kolay olmadı. Çar uzlaşmaz bir kişiydi,
ülkesini ileri bir ülke durumuna getirmekten başka bir sorunla
ilgilenmiyordu. Leibniz Çar'ın dostu ve Viyana'daki elçisi Baron
Urbich'in aracılığıyla Çar'a bir kültür kalkınması tasarısı sundu.
Tasarıda Petersburg'da bir bilimler akademisi kurulması düşüncesi
de yer alıyordu. Akademi Rusya'daki kültür kalkınmasının merkezi
olacaktı. Leibniz ayrıca bütün Rusya'da kitaplıklar,
laboratuvarlar, araştırma merkezleri kurulmasını öneriyordu.
Filozof 1711 Ekiminde çarla görüşme olanağı buldu. Ardından hemen
Avusturya'ya çağırıldı: imparator Karl VI kendisine bir şeyler
soracaktı. Ancak imparatora yakınlaşabileceğini sanırken düş
kırıklığına uğradı.
Leibniz l7l4'e doğru ünlü yapıtı "Monadologie"yi yayımladı. O bu
yapıtını ünlü Fransız komutanı Eugène de Savoie için kaleme
almıştı. Bu kitap baştan sona monadlar öğretisini açıklıyordu.
Leibniz aynı yıl "Principes de yla nature et de la grâce fondées
en raison"u (Doğanın ve tanrıvergisinin usla temellenmiş ilkeleri)
yayımladı. Sonra yeniden Hannover'a yerleşti. Büyük Britanya ve
İrlanda kralı olan Hannover Seçicisi George I'e yakınlaştı.
Filozofun George I gibi ne yaptığını bilmeyen, tutarsızlıklarıyla
ünlü birinden yardım umması anlaşılır gibi değildi. 1701 tarihli
Act of Settlement ile İngiltere tahtının veraset hakkı
Hannoverlılara bırakılmıştı. George I annesinin ve daha sonra
Kraliçe Anne'in ölümü üzerine tahta oturmuştu. Dünyasını
kadınlarla ve çıkar hesaplarıyla dolduran, İngilizce öğrenmek
zahmetine bile katlanmamış olan George I Leibniz'i hiç mi hiç
ciddiye almadı, onunla İngiltere'ye yolculuk yapmak bile istemedi.
Filozof son yıllarını orada yalnızlık içinde geçirdi. Onun inançlı
ama özgür bakış biçimine alışamayan din adamları onu inançsızlıkla
suçladılar. Bu anlamsız baskılar altında yalnızlığı seçen Leibniz
l7l6'da Hannover'da dünyaya gözlerini kapadı. Locke'u eleştirmek
için yazmış olduğu temel kitabı ancak l765'te yayımlanabilmiştir.
Seçmecilik ve bütüncü bakış
Alman felsefesinin temel bir özelliği durumuna gelmiş olan
çetrefillik Leibniz'le başlar dersek filozofa az da olsa haksızlık
etmiş olur muyuz? Leibniz felsefesinin Kant, Hegel, Fichte
felsefelerinden daha az bulanık olduğunu söylemek belki de doğru
olacaktır. Leibniz'i okumakta Emile Boutroux gibi felsefe
adamlarının büyük kolaylık sağladığını görüyoruz. Felsefe
tarihçisi F. Challaye bu konuda Boutroux'nun katkısını "Petite
histoire des grandes philosophies" (Büyük felsefelerin küçük
tarihi) adlı kitabında şöyle belirler: "Monadoloji gibi çok güç
bir kitap da Emile Boutroux'nun eşsiz "Giriş"inin ve notlarının
sağladığı aydınlatmaları kullanmak koşuluyla okunabilir. Derin bir
araştırmada bu "Giriş", çıkış noktası olarak alınabileceği gibi
Maurice Halbwachs'ın "Leibniz"i de kaynaklarıyla birlikte
kullanılabilir." Biz bu çok küçük tanıtma çalışmasında
Boutroux'dan, Halbwachs'dan yararlandığımız gibi Leibniz
araştırmasına yıllarını vermiş olan Yvon Belaval'in kitaplarından
da yararlanmaya çalıştık. Ama elbette en önemli kaynağımız
Leibniz'in kendi yapıtlarıydı.
Leibniz Almanların ilk büyük filozofudur. O, Descartes'ın ve
öbürlerinin izinde yeni bir felsefe kurarken önderini ya da
önderlerini eleştirmekten geri kalmamıştır. Descartes'tan geçmeden
yeni felsefenin iyi anlaşılamayacağını bildiren filozof,
Aristotelesçi çizgideki filozofların, bu arada Locke'un
felsefesine taban tabana karşıt bir felsefe geliştirmiştir. "Yeni
deneme"nin önsözünde şunları söyler: "Kısacası, Deneme'nin yazarı
benim de alkışladığım nice güzel şey söylüyor olursa olsun,
dizgelerimiz birbirinden ayrıdır. Onunki daha çok Aristoteles'in
dizgesine bağlıdır, benimki Platon'unkine, ikimiz de birçok
bakımdan bu iki filozofun öğretisinden uzakta olsak bile."
Descartesçı Leibniz, önderi gibi köktenci olmayı yeğlememiş, daha
çok seçmeci bir felsefe oluşturmak yoluna gitmiştir. O,
skolastikler karşısında Descartes kadar köktenci ya da acımasız
değildir. Descartes'a göre Aristoteles'in ardılı olan bu dinci
filozoflar sağlıklı hiçbir görüş ortaya koyamamışlardır. Leibniz
şöyle der: "Sanırım eskilerin de, derin düşünce alışkanlığına
ermiş, birkaç yüzyıl önce dinbilim ve felsefe öğretmiş, içlerinden
bazıları azizlik katına yükselmiş usta kişilerin de sözünü
ettiğimiz şeyler üzerine bilgisi olmuştur; onları bugün gözden
düşmüş bulunan tözsel biçimlerin varlığını benimsemeye ve korumaya
yönelten bu bilgidir. Ama onlar bizim yeni filozoflar topluluğunun
sandığı gibi ne öylesine doğruların uzağındadırlar, ne de öylesine
gülünç durumdadırlar. " Leibniz böylece kendinden önceki düşünce
etkinliklerini tam anlamında bütünselci ama aynı zamanda
ayıklamacı bir bakışla değerlendirmeye yönelir. En değerli
öğelerden yepyeni bir bütün oluşturmak ister gibidir.
F.-J. Thonnard "Précis d'histoire de la philosophie" adlı
kitabında şöyle der: "Yazarı kadar karmaşık olan Leibniz'in yapıtı
modern kavrayışı hem durdurur, hem ileriye götürür gibidir: önce
geleneksel öğreti adına Descartes'ın bireyciliğine ve yıkıcı
eleştirisine karşı güçlü bir tepki olarak görünür. Leibniz
eskilere saygı gösterir, onlardan yararlanır: amacı tüm dizgelerin
doğru öğeleriyle kurulmuş olan ve "Philosophia perennis" olarak
adlandırdığı şeyi ortaya koymaktır. Genel kavrayışı
Descartesçılığa karşı gibidir, yazılarında Tommasocu fikirler
çokça görülebilir. Bununla birlikte, gerçekte bu felsefenin ruhunu
oluşturan ilke hiç de Tommasocu değildir, Descartesçıdır. Bu,
deneyin dışında dünyayı yeniden kurma çabasıdır, bu yolda basit
ögelerin belirlenmesine ve matematiğin kesin yöntemine uygun
olarak onların bütünleştirilmesine dayanır."
Leibniz felsefesi bir bütünsellik felsefesidir. Leibniz belli
konulara ağırlık vermek yerine bütünü kapsayan bir açıklama
getirmeye çalışır. O, tüm modern filozofların tersine, kendinden
önceki felsefeleri kılı kırk yararcasına araştırmıştır. Ona göre
en olumsuz görünen düşüncede bile yararlı bir yan bulabiliriz.
Ancak, filozof, o dönemde çok tutulan gökbilgisi (astroloji) gibi
temelsiz bilgi alanlarından uzak kalmaya özen göstermiştir. Şöyle
düşünür: Doğulular tanrısallık konusunda çok güzel ve çok büyük
görüşler öne sürmüşlerdir. Yunanlılar usavurma yöntemini ve bilimi
ortaya koydular. Kilise babaları Yunan felsefesindeki uyarsız
öğeleri temizlediler. Skolastikler pagan felsefelerindeki az çok
uyarlı bilgileri Hıristiyan düşüncesine uydurmak için çaba
gösterdiler. Ortaçağ'ın barbar süprüntüleri arasında altınlar
gizlenmiştir. Ve sonunda diyebiliriz ki Descartes doğru düşünceye
geçiş yeridir. Bu yüzden Leibniz gözünü eskiden ayıramaz, durmadan
eski felsefeleri araştırır, Platon'da, Aristoteles'te, Aziz
Tommaso'da, hatta eski atomcularda, ama özellikle Descartes'ta
kendisi için çok değerli hazineler bulmaktadır.
Leibniz seçmecidir, evet, hem de her kaynağa yönelmeye hazır bir
seçmecidir. Bacon ve Descartes'ın yerden yere vurduğu
skolastiklere arka çıksa da onlar gibi yapmaz, yani bir iki
kaynakla yetinmez, örneğin biraz Plaaton, biraz da Aristoteles
yeterlidir deyip çıkmaz. Amacı öğretiler arasında bir uzlaşma
ortaya koyabilmektir. Bunun dışında o bir deneycidir: zihnimiz
kendinde bir takım doğruların tohumlarını ya da taslaklarını
taşıyor olsa da, bu tohumları yeşertebilmek için ya da taslakların
içini doldurabilmek için deney bir zorunluluk olacaktır. Tam
anlamıyla bir doğuştancı olan Platon bile dış dünya nesnelerinin
uyarıcı ya da kışkırtıcı etkisini görmezden gelmiyordu. Leibniz bu
deneyci bakışını mantığın ve matematiğin dayanaklarıyla besler.
Deney tek başına yeterli değildir, deney denen çıkış noktasından
daha sağlam yerlere varmak gerekir. Leibniz felsefesini kurarken
kendinden öncekileri titizlikle incelemiştir. Emile Boutroux bu
konuda şöyle der: "Kendinden önceki tüm modern filozoflardan ayrı
olarak Leibniz öncekilerin öğretilerini tanımaya yönelir. Eskilere
büyük saygı gösterir. Aziz Tommaso'ya değer verdiği gibi Bacon ve
Descartes'a da değer verir. O, felsefesini temellendirirken, aynı
zamanda din ve ahlak birliğini sağlamak, dini ve ahlakı usun
aydınlatıcı gücüyle temellendirmek istemiştir. Burada onun salt
dinci ya da usçu bir tutum içinde olduğunu düşünmek yanlışa düşmek
olur. l7l2'de Çar Büyük Petro'ya yazdığı mektupta şöyle diyordu:
"Ben ülkeleri için ya da herhangi bir ulus için kendinden geçen
insanlardan değilim; tümüyle insan türünün iyiliği için
çalışıyorum. Gökleri yurdum olarak düşünüyorum, mayası sağlam
insanları yurttaşlarım olarak görüyorum." O bir filozof olarak her
zaman en kapsayıcı olanı öngörecektir, evrensele ulaşmak
isteyecektir, bütün insan için olanı bulup göstermeye
çalışacaktır. Evrensele ulaşma konusunda Leibniz tam anlamıyla
Descartesçı bir özen içindedir.
Evrensel bilim arayışı
Felsefe için "caractéristique générale" adını verdiği bir "genel
işaretler dili" tasarladı. Descartes'ın her şeyi kapsamaya çalışan
evrenselci bakış açısına uygun bir biçimde Leibniz matematiği
andıran ama matematikle doğrudan yakınlığı olmayan, ancak tüm
temel sorunları matematikte olduğu gibi apaçık bir biçimde
çözmemize olanak veren evrensel bir bilim kurabilmek için uzun
yıllar çaba gösterdi. Descartes'ın öngördüğü apaçıklık böyle bir
bilimle sağlanabilirdi. Bu biraz da her kapıyı kolayca açabilecek
bir açkı tasarlamaktır. Böylece bir işaretler dilini tam bir
güvenlik içinde kullanabileceğimiz bir alan kurulmuş olacaktır. Bu
konuda E. Boutroux şunları yazıyor: "Matematiksel dizilerdeki
uyuşumla büyülenmiş olarak, felsefe için benzer uyuşum yasaları
bulmaya girişti, ortak fikirler temelinde ayrıştırma yoluyla basit
fikirleri çözümlemeyi ve onları özel işaretlerle belirlemeyi
düşündü. Böylece düşüncenin alfabesi ve yazısı bir kez bulundu mu
felsefenin tüm sorunları mantıksal hesaplamaya indirgenecekti,
tıpkı matematiksel uyuşumlarda olduğu gibi. Bu felsefi uyuşumlara
örnek olarak Leibniz kategorik tasımın tüm olası biçimlerini
gösteriyordu." Bu fikirler ilk olarak Leibniz'in 1666'da yazdığı "Arte
combinatoria"da yer almıştır.
Leibniz'e göre gündelik dille bilim ya da felsefe konularına
yönelmekte sayısız sakınca vardır. Bu konuda Maurice Halbwachs
bize şunları söylüyor: "İnsanlar birbirleriyle sürekli
takışıyorlarsa bu onlardan bazılarının ya da hem birilerinin, hem
öbürlerinin kötü düşünüyor olmasındandır. Pek çok kişi bir
usavurmanın sonucunu almakta pek hızlı gider, ilkeleri ve ara
terimleri aydınlatmayı düşünmez; dilin en büyük yararlarından biri
olan kısaltmak ve yoğunlaştırmak edimi burada kocaman bir
uyarsızlık olur: insanlar konuştukları gibi düşünürler ve kötü
konuşulduğu da hep gözden kaçar. İşi bilimsel anlamda kanıtlar
ortaya koymak olan mantıkçılar bile birbirlerini anlayamazlar.
(..) Bilginler genellikle sözcükleri tanımlamakta özenli
değillerdir, onları tanımladıkları zaman da bunu kendilerine çok
aydınlık görünen sözcükler aracılığıyla yaparlar ki bunlar da
hemen hiçbir zaman karanlığı ortadan kaldırmaz. Gündelik kullanıma
göre bir terim kullanıldığı zaman bu kullanımın uyarlı olduğu
sanılır. Ama gündelik dil hiçbir zaman kendini doğrulayamaz."
Pekiyi, bu yeni simgesel dil nasıl bir dil olacaktı? Bu yeni dil
elbette her insanın düşüncesini birine ya da birilerine, buradaki
ya da bir başka ülkedeki birine ya da birilerine kolayca
ulaştıracağı bir dil olmayacaktı. "Evrensel dil fikirlerimizin
alfabesi gibi olacaktı: yaratılması güç olan bu dil kolayca
öğrenilecekti..." (Halbwachs). Bu dil şeyleri bize bir başka
dilden daha etkili bir biçimde sunacaktı. Bizim gündelik dilimiz
şeylerle tam çakışmazken, sözcüklerimiz belirledikleri nesnelere
tıpatıp uymazken bu yeni dil bu çakışmayı, bu uyumu sağlayacaktı.
Böylece bir halk dili, bir de bilgin dili söz konusu olacaktı.
Bilgin dili göstermeler ve buluşlar için şaşmaz bir araç anlamına
gelecekti. "İyi düşünmek doğru konuşmak kadar kolay olacaktı;
yöntem bir oyun, düzen bir alışkanlık olacaktı" (Halbwachs).
Herhangi bilimsel bir sorun ortaya atıldığı zaman tartışmaya
girmek gerekmeyecek, hemen kâğıdı kalemi alıp hesaplama işine
girişilecekti. Bu, matematik hesaplama da sağlama yapmak kadar
basit bir işlem olacaktı. Bu dille ilgili olarak daha ne
söylenebilir? "Leibniz onun üzerinde hiçbir sonuç elde edemeden
bir ömür boyu çalıştığına göre bu evrensel dilin ne olabileceğini
söylemek elbette güçtür" (Halbwachs).
Leibniz evrensel bir dil aramaya ya da yaratmaya yönelirken
elbette Descartesçı bir tutumu gerçekleştiriyordu, onun bu
yönelişinde belirleyici olan özellikle evrensele bağlılığı ve
apaçık olana olan tutkusuydu. Leibniz de Descartes gibi bilimsel
düşüncede evrensel apaçıklığı öngörüyordu. Bilimselliğin bir
boyutu evrensellikse öbür boyutu apaçıklıktı, hatta bu iki yan
birbirinin içinde gibiydi. Ancak böylesi bir amaca, bizi evrensel
apaçıklığa bir çırpıda ulaştıracak bir araca sahip olma amacına
ulaşmak kolay mıydı? Evrensel bir dile ulaşmak biraz da tüm
bilimsel ve felsefi sorunların, tüm metafizik sorunların kolayca
çözülebilmesi olanağını sağlamak değil miydi? Leibniz bu evrensel
dil düzenini gerçekleştirebilmiş olsaydı bilimsel buluşlar
raslantıya kalmaktan kurtulacaktı, hatta belki de bilimsel çaba
özel olarak öngörüyü gerektirmeyecekti: rastlantısalın yerini
tümüyle ussal dayanakları olan bir teknik uygulama almış olacaktı.
Her ne olursa olsun, Leibniz'in bu tasarısı bir dilek olmaktan
öteye geçemedi.
Yeter neden ilkesi
Varlığı doğru olarak kavramak için görüntülerden çok öze yönelmek
gerekecektir. Bu yolda yapılacak bir araştırma bize
zorunluluklarla olasılıklar arasında bir ayrım yapma gereğini
duyuracaktır. Leibniz "çelişki ilkesi"nin ya da "çelişmezlik
ilkesi"nin yanına "yeter neden ilkesi"ni koyar. Yeter neden ilkesi
herhangi bir şeyin nedensiz gerçekleşemeyeceğini gösterir. Leibniz
koyduğu bu ilkeyi aynı zamanda "belirleyici neden ilkesi" diye
adlandırır. Leibniz'e göre ruhumuz yalnızca fikirleri değil,
ilkeleri de barındırır. Bu ilkeler yalnızca özdeşlik ilkesi,
çelişmezlik ilkesi, yeter neden ilkesi değildir, daha başka
ilkeler de vardır. Bunlar anlığın doğruca kendisinden elde ettiği
doğrulardır, ölümsüz doğrulardır. Bunların karşıtları bizi zorda
bırakır, çelişkiye düşürür. Çelişmezlik ilkesine bağlı olan bu
doğrular zorunludur yani onların başka türlüsü olası değildir.
Usun doğruları zorunluyken olgunun doğruları olumsaldır, bunlar
başka türlü de olabilirdi diye düşündüğümüz doğrulardır. Olgunun
doğruları yeter neden ilkesine bağlıdır. Bir başka deyişle zorunlu
önermeler yalnızca tanrısal usa bağlıdırlar, olumsal önermeler
tanrısal isteme bağlıdırlar. Olumsal önermeler Tanrı'nın tüm öbür
dünyalar arasından özgürce yaratmayı seçtiği gerçek dünyanın
olgularını açıklar. Öte yandan, Descartes ve Spinoza gibi doğuştan
fikirlerin varlığına inanan Leibniz, deneyi Spinoza gibi tümüyle
yararsız görmez, tersine ussal bilgiyle deneysel bilgiyi yan yana
koyar ve böylece deneye belli bir ağırlık verirken Descartes'a
yaklaşır.
Leibniz bize o zamana kadar varlığı gösterilmemiş bir ilkenin
varlığını bildirdi. Leibniz mantığının önemli bir öğesini
oluşturan bu ilke, yeter neden ilkesi, genel olarak mantığın temel
ya da ilksel öğesi olarak bilinen özdeşlik ilkesinin eşi gibiydi.
Yeter neden ilkesi varolan her şeyin bir varoluş nedeni olduğunu
gösterir. Leibniz şöyle der: "Hiçbir doğru ya da varlık, hiçbir
gerçek önerme onun neden böyle olduğunu ve başka türlü olmadığını
belirleyen yeterli bir neden olmaksızın varolamaz, bu nedenler
genellikle bizce bilinmese de." Leibniz'e göre ruhumuz yalnızca
kavramları ya da fikirleri değil bir takım ilkeleri de içerir.
Özdeşlik ilkesi bunların başında gelir. Bu ilkeler arasında bir de
çelişmezlik ilkesi vardır. ("Çelişkili iki ilkeden biri doğru
öbürü yanlıştır.") Leibniz bu tür doğruları, ruhun içermiş olduğu
doğruları ölümsüz doğrular olarak belirler. Bu doğrular zorunlu
olan doğrulardır. Ustan gelen bu doğrulardan başka bir de deneyden
gelen doğrular vardır. Usun doğruları zorunluyken deneyden gelen
doğrular ya da olgularla ilgili doğrular olumsaldır. Deneyden
edindiğimiz doğrular "başka türlü de olabilirlerdi" dediğimiz
doğrulardır. Bu doğrular neden böyledirler? Örneğin İstanbul neden
1453 yılında Türklerin eline geçmiştir? Bu soruyu yanıtlamamız
olası değildir. Olgunun doğruları işte o adını andığımız yeter
neden ilkesine dayanırlar. "La Monadologie"de Leibniz şöyle der:
"Doğrular iki çeşittir, usavurmayla ilgili doğrular ve olguyla
ilgili doğrular. Usavurmayla ilgili doğrular zorunludur ve
karşıtları olası değildir, olguyla ilgili doğrular olumsaldır ve
karşıtları olasıdır." Biz zorunlu önermelerin apaçık kavramına
ayrıştırma yoluyla ulaşırken olumsal şeylerin apaçık kavramına
hiçbir zaman ulaşamayız. Olumsal şeylerin kavramına ancak Tanrı
ulaşır, çünkü onları o yaratmıştır. Bizim için ancak bir yaklaşım
söz konusu olabilir.
Öyleyse yeter neden ilkesi tanrısal istemin koşuludur. Tanrısal
ussallık zorunluluğu belirlerken tanrısal istem olumsallığı
belirler. Temelde iki ilke vardır. "Her varlık kendisinden başka
bir şey değildir" dediğimde özdeşliği, "Hiçbir şey yeter neden
olmadan varolamaz" dediğimde yeter neden ilkesini belirlemiş
olurum. "Olumsalla zorunlu arasındaki ayrım gerçekle olası,
varoluşla öz arasındaki ayrımla özdeştir. Bu ayrımın kökeni
tanrısal iki niteliktedir, özlerle ilgili olan anlıkta ve
varoluşlarla ilgili olan istemdedir" (E.Bréhier). Böylece usun
doğrularıyla olgunun doğruları tanrısal düzeyde de insani düzeyde
de birbirlerinden ayrılırlar. "Usun özdeşlere indirgenebilen
doğrularının karşıtı çelişki içeren doğruların tersine olumsal
doğrular ya da olgunun doğrularının karşıtı çelişki içermeyen
doğrulardır: ölümsüz doğruların 'metafizik zorunluluk'una
metafizik zorunluluğun yokluğu karşıt olur. Ama bu zorunluluğun
yokluğu tam bir belirlenmezlik midir? Hayır, böyle bir şey söz
konusu olsaydı yeter neden ilkesine karşı olacaktı. Ancak
belirlenmiş olmak zorunlu olmak değil midir, yani başka türlü
olamamak değil midir? Böyle olsaydı olumsallığın zorunluluktan bir
ayrılığı kalmayacaktı. Belirlenme zorunluluğu gerektirir, ancak
metafizik ya da mantıksal bir zorunluluğu değil, "ex hypothesi"
bir zorunluluğu, sonuçla ilgili ya da koşulsal bir zorunluluğu
gerektirir..." (Bréhier).
Töz kavrayışına doğru
Başlangıçta eskilerin, özellikle skolastiklerin etkisinde kalarak
tözsel biçimleri benimseyen filozof daha sonra yenilerin etkisiyle
mekaniğe ve matematiğe yaklaşacaktır. Ancak bu alanlarda son
açıklamalara yöneldikçe metafiziğe başvurma zorunluluğu kendini
gösterecektir. Mekaniğin alanında Aristoteles'in dört nedeninden
ikisi, etkin nedenler ve maddesel nedenler geçerlidir, hatta bir
bakıma yalnızca etkin nedenler geçerlidir, sonuçsal nedenlere ve
biçimsel nedenlere gerek yoktur. Leibniz bu alandaki boşlukları
görerek köklü çözümlere yönelmek ister. Bu alanda en ilginç
açıklamalar Descartes'tan ve atomculardan gelmiştir. Descartes'ın
açıklamaları matematiğe, atomcuların açıklamaları mekaniğe
dayanmaktadır. Descartes uzam'ı maddenin özü durumuna getirmişti,
atomcular da maddeyi aralarında boşluklar bırakan çok küçük ve
bölünmez parçalara ayırmışlardı. Birinde madde sürekli, öbüründe
kesintiliydi. Daha başka çözümler de vardı ama genelde onlar
rahatça bu iki çözüme indirgenebilirlerdi. Oysa bu iki çözüm de
Leibniz'e tutarlı görünmüyordu. O zaman filozof için eski tözsel
biçimleri yeniden ele almak yararlı olacaktı, ne var ki artık onu
olduğu gibi benimsemek de olası değildi.
Leibniz mantıkta düşüncenin sağlam toprağını, matematikte
mantıksal göstermenin olanaklarını buluyordu. Deney ve mantık
böylece metafizik düşünceye tutarlı bir kaynak oluşturacaktı.
Leibniz matematiğe olan düşkünlükte öbür modern filozoflardan hiç
de geri kalmıyordu. Yöntem kavrayışıyla matematik inancı onda da
neredeyse bir bütün oluşturuyordu. Matematik son zamanlarda büyük
bir ilerleme göstermişti ve bu ilerlemeyi yönteminin tutarlılığına
borçluydu. Ancak Descartes gibi Leibniz de, çok zaman yanlış
anlaşıldığı gibi, doğrudan doğruya matematik bir yöntem
geliştirmiş değildir, tersine yönteminde bir metafiziğe ulaşmak
için matematikten yardım ya da yarar ummuştur. Leibniz matematiği
sağlam bir dayanak olarak görür. Ancak o her şeyden önce bir
metafizikçidir, bu yüzden öncelikle nedenler araştırmasına
yönelir. Onun felsefede temel sorunu "töz"dür. Leibniz her zaman
çok ilgi duyduğu mekaniklikten her zaman temeli oluşturduğuna
inandığı metafiziğe bir kapı açar. Mekaniklik tek başına yeterli
değildir, büyük ölçüde doğrular barındırsa da boşluklarla doludur.
Şimdi burada, bu metinde birkaç defa andığımız "tözsel biçimler"in
ne olduğuna bir göz atmakta yarar vardır. "Töz" kavramının
Aristoteles'e dayandığını biliyoruz. Aristoteles'e göre töz, bir
tümcede her zaman özne olan şeydir. Ona göre töz oluşturan şeyler
basit cisimlerdir, onların bileşikleri ve parçaları da tözdür,
ayrıca tanrısal varlıklar da töz diye belirlenmelidir. Töz bir
başka bakımdan varlıkları vareden niteliklerin de adıdır. Töz her
varlığın görünümü ya da biçimidir. Skolastiklerin "tözsel
biçimler"ini de bu çerçevede anlamak gerekir. Aristoteles'in
Hıristiyan izleyicileri olan skolastikler için tözsel biçim
varlıkbilimsel ilkedir, onunla belirsiz madde yani basit gücüllük
etkin duruma girer, edimlileşir. Tözsel biçim, aynı türün
bireylerine özgü ortak doğa diye anlaşılmalıdır.Kendine özgü bir
varoluş biçimi olan ve bireylere göre değişmeyen bir ortak doğadır
bu. Buna karşılık raslantısal biçim varolan şeyi biçimlemekle
birlikte onun doğasını belirlemez. Aziz Tommaso iki biçim
arasındaki ayrılığı şöyle belirler: "Tözsel bir biçim raslantısal
bir biçimden raslantısal biçimin hiçbir biçimde varlık
sağlamayışıyla, ancak bir varlık kipi sağlayışıyla ayrılır. Tözsel
biçimse mutlak bir biçimde varlığı sağlar." Töz sorunu XVII.
yüzyıldan sonra felsefenin konusu olmaktan çıkacaktır. Ancak
Leibniz'de töz araştırması tözsel biçimler kavrayışının önüne ya
da çok ötesine geçecektir.
Monadlar öğretisi
Descartes doğa olaylarını mekanikçi bir anlayışla
ele almakta haklıydı, Leibniz de o yolu tuttu. Ancak Descartes'ın
uzamda maddenin özünü bulması anlaşılır gibi değildi, buna göre
filozof tüm varlığı silme maddeyle dolduruyordu. Devinimin belli
bir nicelikte olduğu ve bu niceliğin hiç değişmediği görüşü de
tutarlı değildi. Leibniz'e göre cisimlerin özünü oluşturan uzam
değil güçtü. Uzam, uzamlı cisimlerin dışında herhangi bir şey
olamazdı. Uzam, yan yana gelen şeylerin ortaya koyduğu düzenden
başka bir şey değildi. Devinmeyen bir cisimde de bir direnme
yatkınlığı, bir güç vardı. Evrende varlığını değişmeden sürdüren
şey devinimin niceliği olamazdı, gücün niceliği olabilirdi. Bu
gücün varlığını biz bir içsel deneyle sezebilirdik. Böylece
Leibniz fizik dünyadan metafizik düzeye bir geçiş yapmaktadır.
Buna göre maddenin temelinde uzamsız tözler vardır. Bu tözleri
Leibniz, Giordano Bruno'nun XVI. yüzyılda ortaya koyduğu bir
terimi kullanarak "monad" diye adlandırdı.
Evet, varlığın kökeninde monadlar denen tözleri buluruz. Leibniz
kendi kuramını monadoloji diye adlandırır. Monad basit bir tözdür,
yaratılmıştır. Monadlar birbirlerinden ayrıdırlar. Onları
birbirlerinden ayıran algılarıdır. Burada algı ne anlama geliyor?
Algı monadın kendi dışına açılışıdır, öbür monadlara yönelişidir.
Ancak, herbiri maddesiz olan monadların pencereleri yoktur, bu
yüzden ne onlara bir şey girebilir, ne onlardan bir şey çıkabilir.
Her monad öbür monadların algısına kendi içinde varır. Evrenle
ilgili bu algı açık ve seçik değildir, onu açık ve seçik kılmak,
algıda ve üstalgıda belirginleştirmek gerekir. Algı bilinçsiz
olabilir, yalnızca üstalgı bilinçlidir. Derin bir uykuya
daldığımız zaman olduğu gibi sezemediğimiz algılar vardır. Böylece
Leibniz bilinçdışını ilk tanımlayan kişi olur. Monadlar sürekli
olarak bir algıdan bir başka algıya geçerler, bu olguyu ya da
ilkeyi açlık diye adlandırmak gerekir. Bu oluşum bir iç oluşumdur,
monadda olup biter, ancak bir monadda olurken başka monadlarda da
gerçekleşir. Böylece her bir monad evrenin canlı bir aynası olur.
İşte bu noktada Leibniz düşüncesinin en önemli yanı kendini
gösterir: Leibniz bize gelişimi ilk tanımlayan filozof olmuştur.
Ondan önce gelişim fikri yoktur. Aristoteles ve skolastikler
başladığı yerle bittiği yer aynı olan dairesel devinimi en yetkin
devinim sayıyorlardı. Leibniz bize çizgisel devinimin ilk tanımını
yaptı. Lebiniz'e göre her monad tüm geçmiş üzerinde, tüm şimdi
üzerinde, tüm gelecek üzerinde ya da evrenin tüm geçmişi, şimdisi,
geleceği üzerinde bir bakış açısıdır.
Leibniz şöyle der: "Her töz bütün bir dünya gibidir, Tanrı'nın ya
da tüm evrenin aynası gibidir, her töz Tanrı'yı ya da evreni
kendine göre açıklar, her kent onu değişik yerlerden gözleyene
nasıl değişik görünürse. Böylece evren varolan tözler sayısınca
çoğalmıştır diyebiliriz bir bakıma. Ve Tanrı'nın ünü de tüm
değişik sunumları sayısınca çoğalmıştır. Şöyle de diyebiliriz: her
töz kendinde Tanrı'nın sonsuz bilgeliğinin tamgüçlülüğünün
özyapısını taşır bir anlamda ve Tanrı'ya becerebildiğince öykünür.
Çünkü her töz karışık bir biçimde de olsa, evrende geçmişle,
şimdiyle, gelecekle ilgili olarak her olanı açıklar, bu da sonsuz
bir algıya ya da bilgiye benzer. Tüm öbür tözler de bunu
açıkladıklarından her töz Yaratan'ın tüm güçlülüğüne öykünerek
kendi gücünü öbür tözler üzerine yayar diyebiliriz."Hep edim
durumunda olan monadlarda "onları iç etkinliklerinin kaynağı kılan
bir yeterlilik" vardır. Her monad geçmişinin izlerini ve
geleceğinin taslağını kendinde taşır.
Leibniz "La Monadologie" adlı kitabında özetle şunları söyler:
"Burada sözünü ettiğimiz monad bileşiklere katılan basit bir
tözden başka bir şey değildir; basit demek parçaları olmayan
demektir. Bileşikler varolduğuna göre basit tözlerin de varolması
gerekir; çünkü bileşik, basitlerin bir toplamından ya da "aggregatum"undan
başka bir şey değildir. Buna göre parçaların olmadığı yerde ne
uzam, ne biçim, ne de olası bir bölünebilirlik vardır. Ve bu
monadlar doğanın gerçek atomlarıdırlar, tek bir sözcükle söylersek
şeylerin öğeleridirler. Monadların pencereleri yoktur, bu yüzden
onlara bir şeyler girip çıkamaz. Böylece monada dışarıdan ne bir
töz, ne bir raslantı girebilir. Bununla birlikte monadların bazı
nitelikleri vardır, böyle olmasaydı onlar varlık olamayacaklardı.
Niteliksiz monadlar eğer varolsalardı bunlar birbirlerinden
ayrılamayacaklardı. Aynı zamanda her monadın bir başka monaddan
ayrı olması gerekir. Yaratılmış her varlık değişimin konusudur ve
buna göre yaratılmış olan monad da böyledir, bu değişiklik her bir
monadda süreklidir.
"Bütün bu söylediklerimden çıkan sonuç şudur: monadların
değişimleri bir "iç ilke"den gelmektedir, çünkü bir dış neden onu
etkileyemeyecektir. Ancak, değişim ilkesinin dışında, bir de
değişen şeyin ayrıntısı vardır ki deyim yerindeyse basit tözlerin
özelliğini ve çeşitliliğini oluşturur. Bu ayrıntı birlikli olanda
ya da basitte çokluğu içerir. Çünkü her doğal değişim derece
derece olduğundan bazı şeyler değişirken bazıları olduğu gibi
kalacaktır; sonuç olarak basit tözde duygulanımlar ve ilişkiler
çokluğu vardır, onun parçaları olmasa da. "Birlik"te ya da basit
tözde bir çokluğu saran ve gösteren geçici durum algı diye
adlandırılan şeyden başkası değildir, ancak onu üstalgıdan ya da
bilinçten ayırmak gerekir. Bu konuda Descartesçılar çok şeyi eksik
tuttular, sezgisine varılamayan algıları yok saydılar. Bir algıdan
bir başka algıya değişimi ya da geçişi sağlayan iç ilkenin edimi
açlık diye adlandırılabilir. Bizler algıladığımız en küçük bir
düşüncenin nesnede bir çeşitliliği içerdiğini gördüğümüzde basit
tözde bir çokluğun deneyimini kendi kendimize yaşıyoruz. Böylece
ruhun basit bir töz olduğunu bilen tüm insanlar bu çokluğu monadda
tanımak durumundadırlar. Açık açık söylemek zorunda olduğumuz bir
şey var: algı ve onunla ilgili olan şey mekanik nedenlerle
açıklanamazlar yani biçimlerle ve devinimlerle açıklanamazlar.
Algıları ve açlıkları olan her şeyi ruh diye adlandırmak
istiyorsak o durumda tüm basit tözler ya da yaratılmış monadlar
ruh diye adlandırılabilirler."
"Monad" terimini ilk olarak kullanan kişi Giordano Bruno
(1550-1600) oldu. Bruno şeylerin öğelerini "monad" ya da "minima"
diye adlandırmıştı. Bir dominiken rahibi olan ve Roma'da yakılarak
öldürülen Bruno, Ptolemaios'un Aristoteles'den kalma evren
tablosunu yıkarken Copernicus dizgesine göre evren açıklamaları
yapmış, dünyanın merkezi de çevresi de bulunmadığını, uzayın
sayısız yıldızla dolu sonsuz bir boşluk olduğunu bildirmişti. Bu
yıldızlar evrensel bir gelişime ya da evrime boyun eğmekteydiler.
Evren Tanrı'nın ta kendisiydi. Bruno'ya göre doğa bir "monas
monadum"du, aynı zamanda hem "maximum" (her şey ondaydı) hem
"minimum"du (her şey ondan geliyordu). Leibniz'in bu monad fikrine
Bruno'dan giderek ulaşmış olduğu düşünülebilir, ancak Leibniz'in "monad"ı
gene de özgündür. O kendi monad kuramını baştan sona tüm
incelikleriyle düşüne düşüne kurmuştur. E. Boutroux da bu konuda
bize şunları söyler: "Leibniz'in monadıyla Bruno'nun monadı
arasındaki ayrım büyüktür. Bruno'nun monadı deyim yerindeyse bir
"töz-şey"dir. Onun içerdiği ruhsal öğe gerçekleşecek bir biçimdir.
Leibniz'in monadı bir "töz-özne"dir. Onun ayırıcı niteliği
sunumdur, algıdır; onun özü karmaşık bir algıdan seçik bir algıya
geçmektir."
|