ÖVÜNEYİM, ÖVÜN, ÖVÜNSÜN, ÖVÜNELİM, ÖVÜNÜNÜZ, ÖVÜNSÜNLER...
Çetin Altan
Milliyet, 23.10.2003
                         
...................
...................

Bilmem sizin de sık rastladığınız oluyor mu; çocukluğumdan bu yana, ne kadar çok insan övündü durdu bendenize. Henüz daha okula yeni başladığım yıllarda, evcek gece yatısına giderdik Çamlıca'ya. Çamlıca'da anneannemin altı kız kardeşinden üçü; Kısıklı'dan Çamlıca Tepesi'ne doğru çıkan, parke döşeli dikçe yokuşun hemen başındaki yan yana evlerde otururlardı.


Kızkardeşlerden en küçüğü olan Fatma Teyze'nin kocası, Muhittin Enişte; Kuleli Lisesi'nde tarih öğretmenliği de yapan, emekli bir deniz yarbayıydı.
Bana hem tabancaların gösterir, hem kahramanlıklarını anlatırdı. Kendisini hayran hayran dinlerdim.


Trablusgarp Savaşı'nda, komutanı olduğu askeri bir geminin pruva direği bir top mermisiyle yıkılmış; Muhittin Enişte, iki subayıyla birlikte, pruva direğini sıkıca kucaklayarak, dik tutmuşlardı.


Gündemde Antakya sorunu vardı. Muhittin Enişte, "Antakya'yı al bayrağım, Antakya'da kal bayrağım" diye, şiirler de yazardı.


Ne kadar da ballandıra ballandıra anlatırdı kahramanlıklarını, ağzından bal dökülürdü; hele bazı kabadayıları bir yumrukta nasıl yere serdiğini anlatırken...



Hala daha dikkatimi çekecek kadar sık rastlıyorum, kendilerini, çocuklarını, hatta torunlarını övenlere...


İnsan kendini ne kadar tanıyabilir ki?


Bireylerden birinin, doğumundan ölümüne kadar tüm yaşamının her saniyesi, filme alınsaydı da, gösterilebilseydi kendisine; kim bilir ne kadar şaşırırdı:


- Ay ben böyle mi uyuyor muşum...
- ...
- Ay ben böyle mi oturuyor muşum tuvalette...
- ...
- Ay ben böyle mi sevişiyor muşum, diye diye...



Herhalde kimse:


- Aldığım borçları genellikle ya geç öder, ya hiç ödemem...
- ...
- Ne yaparsam yapayım, ayaklarım çok kokar...
- ...
- Aleyhinde konuştuğum kişilerle karşılaştığımda, hemen iltifat ederim kendilerine, diye övünmez...


Kendi kendisinin propagandasını yaparak övünür, tıpkı politikacılar gibi...



Neden bizde bu kadar yaygın acaba övünüp durmak?


Sıradan biri olmadığını kanıtlamak için mi; doyumsuz ve ezik geçmiş bir hayatı, gönlündeki özlemlere göre rüzgarlandırmak için mi; konuştuğu kişiyi etkilemek için mi; yoksa karşısındakiyle gizli bir rekabete kapılıp, bayrağı önde koşturmaya kalktığı için mi?


Ya hepsi, ya hiçbiri; tam bilemiyorum...



Yine bendenizin çocukluğunda, gaz lambası yanardı evlerde; Göztepe'deki köşkte havagazı lambaları...


Elektrik henüz gelmemişti. Radyo bile yoktu tabii.


Annem, kış gecelerinde yüksek sesle, "Bir Çalgıcının Seyahati", "Paris Esrarı", "Zavallı Necdet" gibi romanlar okurdu hepimize.


Dedem, acıklı romanlara kızar, aksi kafasıyla:


- Kes şunu, daha eğlenceli bir şeyler oku, derdi.


1934'te elektrik geldikten sonra, ilk kez tanıştım radyoyla... Ne kadar hoşuma gitmişti; Selim Sırrı, sonradan Çehov'un olduğunu öğrendiğim, "Düello" diye bir öyküyü anlatıyordu.



Televizyonlarla birlikte, sinema da girdi eve, eğlence programları da, futbol karşılaşmaları da...


Artık geceleri vakit geçirmek için, ne roman okumaya gerek var, ne gazetelerdeki "pehlivan" dizilerini, ne de Nat Pinkerton'larla Arsen Lüpen'leri...



Acaba özellikle bürokrat kökenlilerin övünmeleri uzantısında; genç kuşakların "havalı görünme" modasında da, TV programlarının hiç etkisi yok mu?


Birkaç gün önce tanışım genç bir berberle, genç bir hanıma sordum bunu. Her ikisi de:


- Bilmem, dediler, sıra dışı görünme moralimizi yükseltiyor bizim...



Yüzyıllar boyu, çağının beyinsel bahçelerinden kopuk, ezik kul yığınlarının; hızla saydamlaşan ve küçülen bir dünyada, 21. yüzyılla burun buruna gelivermesi kolay değil...


Hala daha en büyük rantı "politika" getiriyor ve oligarşik yapı, bir türlü aşılamıyorsa; ve 70 milyonluk bir ülkede, sadece 200 - 300 bin kişinin mesleği varsa...


Kendini tatmin için övünüp durmaktan ve havalı görünmeye çalışmaktan başka bir çare mi var?


Her ne kadar Ziya Paşa, 130 yıl önce:


"Ayinesi (aynası) iştir kişinin, lafa bakılmaz Ferdin görünür rütbe - i aklı eserinde"


Demiş olsa da...