Bilmem sizin de
sık rastladığınız oluyor mu; çocukluğumdan bu
yana, ne kadar çok insan övündü durdu
bendenize. Henüz
daha okula yeni başladığım yıllarda, evcek
gece yatısına giderdik Çamlıca'ya. Çamlıca'da
anneannemin altı kız kardeşinden üçü;
Kısıklı'dan Çamlıca Tepesi'ne doğru çıkan,
parke döşeli dikçe yokuşun hemen başındaki yan
yana evlerde otururlardı.
Kızkardeşlerden en küçüğü olan Fatma Teyze'nin
kocası, Muhittin Enişte; Kuleli Lisesi'nde
tarih öğretmenliği de yapan, emekli bir deniz
yarbayıydı. Bana hem tabancaların gösterir,
hem kahramanlıklarını anlatırdı. Kendisini
hayran hayran dinlerdim.
Trablusgarp
Savaşı'nda, komutanı olduğu askeri bir geminin
pruva direği bir top mermisiyle yıkılmış;
Muhittin Enişte, iki subayıyla birlikte, pruva
direğini sıkıca kucaklayarak, dik tutmuşlardı.
Gündemde
Antakya sorunu vardı. Muhittin Enişte,
"Antakya'yı al bayrağım, Antakya'da kal
bayrağım" diye, şiirler de yazardı.
Ne kadar da
ballandıra ballandıra anlatırdı
kahramanlıklarını, ağzından bal dökülürdü;
hele bazı kabadayıları bir yumrukta nasıl yere
serdiğini anlatırken...
Hala daha
dikkatimi çekecek kadar sık rastlıyorum,
kendilerini, çocuklarını, hatta torunlarını
övenlere...
İnsan kendini
ne kadar tanıyabilir ki?
Bireylerden
birinin, doğumundan ölümüne kadar tüm
yaşamının her saniyesi, filme alınsaydı da,
gösterilebilseydi kendisine; kim bilir ne
kadar şaşırırdı:
- Ay ben böyle
mi uyuyor muşum... - ... - Ay ben böyle
mi oturuyor muşum tuvalette... - ... -
Ay ben böyle mi sevişiyor muşum, diye diye...
Herhalde
kimse:
- Aldığım
borçları genellikle ya geç öder, ya hiç
ödemem... - ... - Ne yaparsam yapayım,
ayaklarım çok kokar... - ... - Aleyhinde
konuştuğum kişilerle karşılaştığımda, hemen
iltifat ederim kendilerine, diye övünmez...
Kendi
kendisinin propagandasını yaparak övünür,
tıpkı politikacılar gibi...
Neden bizde bu
kadar yaygın acaba övünüp durmak?
Sıradan biri
olmadığını kanıtlamak için mi; doyumsuz ve
ezik geçmiş bir hayatı, gönlündeki özlemlere
göre rüzgarlandırmak için mi; konuştuğu kişiyi
etkilemek için mi; yoksa karşısındakiyle gizli
bir rekabete kapılıp, bayrağı önde koşturmaya
kalktığı için mi?
Ya hepsi, ya
hiçbiri; tam bilemiyorum...
Yine
bendenizin çocukluğunda, gaz lambası yanardı
evlerde; Göztepe'deki köşkte havagazı
lambaları...
Elektrik henüz
gelmemişti. Radyo bile yoktu tabii.
Annem, kış
gecelerinde yüksek sesle, "Bir Çalgıcının
Seyahati", "Paris Esrarı", "Zavallı Necdet"
gibi romanlar okurdu hepimize.
Dedem, acıklı
romanlara kızar, aksi kafasıyla:
- Kes şunu,
daha eğlenceli bir şeyler oku, derdi.
1934'te
elektrik geldikten sonra, ilk kez tanıştım
radyoyla... Ne kadar hoşuma gitmişti; Selim
Sırrı, sonradan Çehov'un olduğunu öğrendiğim,
"Düello" diye bir öyküyü anlatıyordu.
Televizyonlarla birlikte, sinema da girdi eve,
eğlence programları da, futbol karşılaşmaları
da...
Artık geceleri
vakit geçirmek için, ne roman okumaya gerek
var, ne gazetelerdeki "pehlivan" dizilerini,
ne de Nat Pinkerton'larla Arsen Lüpen'leri...
Acaba
özellikle bürokrat kökenlilerin övünmeleri
uzantısında; genç kuşakların "havalı görünme"
modasında da, TV programlarının hiç etkisi yok
mu?
Birkaç gün
önce tanışım genç bir berberle, genç bir
hanıma sordum bunu. Her ikisi de:
- Bilmem,
dediler, sıra dışı görünme moralimizi
yükseltiyor bizim...
Yüzyıllar
boyu, çağının beyinsel bahçelerinden kopuk,
ezik kul yığınlarının; hızla saydamlaşan ve
küçülen bir dünyada, 21. yüzyılla burun buruna
gelivermesi kolay değil...
Hala daha en
büyük rantı "politika" getiriyor ve oligarşik
yapı, bir türlü aşılamıyorsa; ve 70 milyonluk
bir ülkede, sadece 200 - 300 bin kişinin
mesleği varsa...
Kendini tatmin
için övünüp durmaktan ve havalı görünmeye
çalışmaktan başka bir çare mi var?
Her ne kadar
Ziya Paşa, 130 yıl önce:
"Ayinesi
(aynası) iştir kişinin, lafa bakılmaz Ferdin
görünür rütbe - i aklı eserinde"
Demiş olsa
da...
|