Max Weber,
kapitalist ekonomi etkinliğinin, burjuva özel hukuk ilişkisinin ve
bürokratik iktidarın biçimini belirtebilmek için “rasyonellik”kavramını
kullandı. Rasyonelleştirme öncelikle rasyonel karar verme
ölçütlerine tabi toplumsal alanların yaygınlaşması anlamına gelir.
Buna, toplumsal
çalışmanın, araçsal eylemin ölçütlerinin yaşamın başka alanlarına
da sızmalarına (yaşam tarzının kentlileştirilmesi, ulaşımın ve
iletişimin teknikleştirilmesi) yol açan endüstrileştirmesi
karşılık gelir.
İki durumda da söz konusu olan, amaç-rasyonel eylem tipinin
yerleştirilmesidir. Birinde araçların örgütlenmesine, diğerinde
iki seçenekten birinin seçilmesine bağlıdır.
Planlama, sonuçta ikinci kademedeki bir amaç-rasyonel eylem olarak
anlaşılabilir: o bizzat amaç-rasyonel eylemin sistemlerinin
kurulmalarını, iyileştirilmelerini ve genişletilmelerini hedefler.
Toplumun artan “rasyonelleştirilmesi” bilimsel ve teknik
ilerlemenin kurumsallaşmasıyla bağıntılıdır. Tekniğin ve
bilimin, toplumun kurumsal alanlarına sızdıkları ve böylelikle
kurumların kendilerini dönüştürdükleri ölçüde, eski
meşrulaştırmalar tasfiye edilirler.
Eylem yönlendirici evren imgelerinin, kültürel geleneğin tamamının
sekularize edilmesi ve “büyüden arındırılması”, toplumsal eylemin
artan “rasyonellik”inin diğer yüzüdür.
I
Herbert Marcuse, Max Weber’in kapitalist girişimcinin ve ücretli endüstri
işçisinin amaç-rasyonel eyleminden, soyut hukuk kişisinin ve
modern yönetim memurunun amaç-rasyonel eyleminden çıkardığı ve
bilim ve teknik kriterlerinde sabitlediği biçimsel rasyonellik
kavramının belirli içeriksel kapsamlarının olduğunu gösterebilmek
için bu çözümlemeye dayanmıştır.
Marcuse, Weber’in “rasyonelleştirme” dediği şeyde, “rasyonelliğin”
değil, tersine rasyonellik adına, belirli bir zikredilmemiş
politik iktidar biçiminin yattığına inanır.
Bu tür bir rasyonellik;
-
stratejiler arasında doğru seçime,
- teknolojilerin uygun kullanımına ve
- sistemlerin amaca uygun kurulmalarına (verili durumlarda
konulmuş hedeflerde) uzandığı için, onu, düşünsemenin ve akıllı
bir yeniden-inşanın, içinde stratejilerin seçildiği,
teknolojilerin kullanıldığı ve sistemlerin kurulduğu toplam
toplumsal ilgiler bağlamından alır.
Dahası rasyonellik salt bağıntılarda mümkün olan teknik uygulamaya
uzanır ve bu yüzden doğaya veya topluma hükmetmeyi içeren bir
eylem tipini gerektirir. Amaç-rasyonel eylem , yapısı
gereği denetim kurmaktır. Bu yüzden yaşam ilişkilerinin bu
rasyonelliğin ölçütlerine göre rasyonelleştirilmesi, politik
olarak tanınmaz hale gelecek bir iktidarın
kurumsallaştırılmasıdır: amaç-rasyonel eylemin bir toplumsal
sistemin teknik aklı, politik içeriğinden vazgeçmez. Marcuse’ün
Max Weber eleştirisi şu sonuca varır: Belki de teknik akıl
kavramı bizzat ideolojidir. Tekniğin salt kullanımı değil, bizzat
kendisi de (doğa ve insan üzerinde) iktidardır yöntemli, bilimsel,
hesaplanmış ve hesaplayan iktidar. İktidarın belirli amaçları
ve ilgileri (interesse) tekniğe ancak ‘sonradan’ ve dışarıdan
empoze edilmiş değillerdir - onlar bizzat teknik aygıtın yapısına
dahildirler; teknik her defasında tarihsel-toplumsal bir
tasarımdır; ve onda bir toplumun ve ona hükmeden ilgilerin
insanlara ve şeylere yaklaşımları yansıtılmıştır. İktidarın böyle
bir amacı ‘maddi’dir ve bu bakımdan bizzat teknik aklın biçimine
aittir.
Marcuse daha 1956’da tamamen başka bir bağlamda şu özgün fenomene
dikkati çekmişti: Endüstriyel olarak ilerlemiş kapitalist
toplumlarda iktidar, politik iktidarın ortadan kalkmasına yol
açmadan, sömürücü-baskıcı karakterini yitirme ve “rasyonel” olma
eğilimi gösteriyordu: “İktidar artık, aygıtı bir bütün olarak
koruma ve genişletme yeteneği ve ilgisi koşuluna bağlıdır.”
Her ne kadar üretici güçlerin seviyesi, tam da “bireylere
yüklenen fedakarlıkların ve yükümlülüklerin gitgide daha gereksiz,
daha usdışı görünmelerini”
sağlayan bir potansiyel taşısa da, iktidarın rasyonelliği üretici
güçlerin bilimsel-teknik ilerlemeyle eşlenmiş yükselişini kendi
meşruluğunun temeli yapmasına izin veren bir sistemi sürdürmesiyle
ölçülür.
Marcuse, objektif açıdan aşırı baskıyı “bireylerin
yoğunlaştırılmış bir şekilde devasa üretim ve dağıtım aygıtının
boyunduruğu altına girmelerinde, boş vakitlerin özele ait olmaktan
çıkartılmasında, yapıcı ve yıkıcı toplumsal çalışmanın nerdeyse
birbirlerinden ayırdedilemeyecek kadar iç içe geçmelerinde”
görmekten söz ediyor. Fakat bu baskı paradoksal biçimde halkın
bilincinden yitip gitmiştir, çünkü iktidarın meşrulaştırılması
yeni bir karaktere bürünmüştür: yani “bireylerin yaşamını da
gittikçe daha rahatlaştıran, sürekli artan üretkenlik ve doğaya
hakim olma”ya işaret eder.
Üretici güçlerin bilimsel-teknik ilerlemeyle kurumsallaştırılmış
olan artışı, bütün tarihsel orantıları altüst eder. Kurumsal
çerçeve meşruluk şansını buradan alır. Üretim ilişkilerinin
açınmış üretici güçlerin potansiyeli ile ölçülebilecekleri
düşüncesi, mevcut üretim ilişkilerinin kendilerini
rasyonelleştirilmiş bir toplumun teknik olarak zorunlu örgütlenme
biçimi olarak sunmalarıyla kesintiye uğratılmış olur. Max Weber’in
anladığı biçimde “rasyonellik” burada çifte yüzünü gösterir: o
artık, salt tarihsel olarak zamanını doldurmuş üretim
ilişkilerinin objektif açıdan aşırı olan baskısının maskesinin
düşürüleceği, üretici güçlerin seviyesi için eleştirel bir ölçü
değildir, tersine aynı üretim ilişkilerinin işleve uygun bir
kurumsal çerçeve olarak haklandırılabilecekleri savunusal bir
ölçüttür de. Evet “rasyonellik” savunusal kullanılabilirlikleriyle
ilişkisinde eleştirinin ölçütü olarak köreltilir ve tashih için
sistemin içine çekilir: böylece artık söylenebilecek tek şey,
toplumun “yanlış programlanmış” olduğudur.
Üretici güçler de bilimsel-teknik açınımlarının bu seviyesinde
üretim ilişkileriyle yeni bir biraradalık içine girmiş görünürler:
artık politik bir aydınlanmaya, geçerli meşrulaştırmaların
eleştirisinin temeli olarak hizmet etmezler, tersine kendileri
meşrulaştırma temeli olurlar.
Marcuse bunu dünya- tarihsel açıdan yeni bir şey olarak kavrar.
Ama eğer böyle bir ilişki içindeyse, amaç-rasyonel eylemin
sistemlerinde cisimlenen rasyonelliğin, özgün bir şekilde
sınırlandırılmış bir rasyonellik olarak anlaşılması gerekmez mi?
Bilim ve tekniğin rasyonelliği, mantığın ve başarı-kontrollü
eylemin değişmez kurallarına dayandırılmak yerine içeriksel ve
tarihsel olarak oluşmuş, yani geçici bir a ''priori’'yi içine
almış olamaz mı? Marcuse bu soruya olumlu yanıt verir:
“Modern
bilimin ilkeleri a priori öyle yapılanmışlardır ki, kavramsal
aletler olarak, bir evrene kendiliğinden oluşan, üretken bir
kontrol hizmeti görebilirler; teorik işlemselcilik, sonunda pratik
işlemselciliğe denk düşer.
Doğaya gittikçe daha etkin bir hükmetmenin yolunu açan
bilimsel yöntem, daha sonra doğaya hükmetme aracılığıyla
insanların insanlar üzerindeki gittikçe daha etkin iktidarı için
saf kavram ve aletleri de sunmuştur.
(...) Bugün iktidar kendini salt teknoloji aracılığıyla değil,
tersine teknoloji olarak ölümsüzleştirmekte ve genişletmektedir,
ve bu da bütün kültür alanlarını içine alan, geniş politik erki,
büyük meşrulaştırmayı sağlamaktadır. Teknoloji bu evrende
insanlığın özgürsüzlüğünün büyük rasyonelleştirilmesini de
sağlamakta ve özerk olmanın, yaşamını kendi kendine belirlemenin
”teknik” olanaksızlığını da kanıtlamaktadır. Çünkü bu özgürsüzlük
ne usdışı ne de politik olarak değil tersine daha çok yaşamın
rahatlıklarını arttıran ve çalışma verimliliğini yükselten teknik
aygıtın boyunduruğu altına girme olarak görünmektedir.
Böylelikle, teknolojik rasyonellik iktidarın haklılığını ortadan
kaldırmaktan çok onu korumaktadır ve aklın araçsalcı ufku
rasyonel türde totaliter bir topluma açılmaktadır.”
Max Weber’in “rasyonelleştirme”si, salt toplumsal yapıların uzun
vadeli bir değiştirilme süreci değil, aynı zamanda Freud’un
anladığı anlamda da bir “rasyonelleştirme”dir: Gerçek güdü, nesnel
açıdan günü geçmiş iktidarın ayakta tutulması, teknik buyruk
gerekçesiyle gizlenir. Bu gerekçe, yalnızca bilim ve tekniğin
rasyonelliğinin daha baştan içkin bir itaat ettirme, bir iktidar
rasyonelliği olmasıyla olanaklıdır.
Marcuse, çağdaş bilimin rasyonelliğinin tarihsel bir oluşum
olduğu düşüncesini, Husserl’in Avrupa krizi üzerine
araştırmasına olduğu kadar, Heidegger’in Batı metafiziğinin
yıkılışı düşüncesine de borçludur. Bloch materyalist
bağlamda, bilimin ve de modem tekniğin halen kapitalistleşerek
biçimi bozulmuş bir rasyonelliğin, saf bir üretici gücün
masumluğunu gasp ettiği görüşünü geliştirmiştir. Ama ancak Marcuse
“teknik aklın politik içeriğini” bir geç kapitalist toplum teorisi
için analitik çıkış noktası yapar. Bu bakış açısını salt felsefi
açıdan geliştirmekle kalmayıp, tersine sosyolojik analizde de
korumak istediği için, düşünce zorluklan ortaya çıkabilir. Ben
burada yalnızca Marcuse’ün kendisinden kaynaklanan bir
tutarsızlığa dikkat çekmek istiyorum.
II
Marcuse’ün toplum analizini dayandırdığı fenomen, yani teknik ve
iktidarın, rasyonellik ve baskının özgün kaynaşması, bilim ve
tekniğin salt maddi Apriori’sinde sınıfsal ilgi ve tarihsel
konumla belirlenmiş bir dünyalar tasarımının -Marcuse’ün Sartre
’ın fenomenolojisine bağlantılı olarak söylediği gibi, bir
“proje”nin- saklı olduğundan başka türlü anlatılamayacaksa, o
zaman bilim ve tekniğin kendisinin devrimcileştirilmesi olmadan
bir özgürleşim düşünelemez.
Marcuse bu noktalarda, bu yeni bir bilim düşüncesini, Musevi ve
Protestan mistiğinden bilinen “düşmüş doğanın yeniden dirilişi’yle
bağlantılı olarak izlemek çabasındadır: bilindiği gibi bu, Şvebya
pietizmi üzerinden [Schelling’in (ve Baader’in) felsefesine
girmiş olan, Marx ’ın Paris Elyazmaları ‘nda tekrar ortaya
çıkan, bu gün Bloch felsefesinin merkezi düşüncesini
belirleyen ve düşünsenmiş biçimiyle Benjamin’in, Horkheimer
’in ve Adorno ’nun daha gizli umutlarını yönlendiren bir
konudur.
Böylece Marcuse’ü de etkiler: “Vurgulamaya çalıştığım şey,
bilimin kendi özgün yöntemi ve kavramları yüzünden, doğaya
hükmetmenin, insanlara hükmetmeyle bağlı kaldığı bir evren
tasarladığı ve teşvik ettiğidir - üstelik bu evrenin bütünü için
tehlikeli olma eğilimi gösteren bir bağ. Bilimsel açıdan kavranmış
ve zaptedilmiş olarak doğa, bireylerin yaşamlarını sağlayan ve
iyileştiren ve aynı zamanda onları aygıtın efendilerine tabi kılan
teknik üretim ve yıkım aygıtında yeniden görünür; rasyonel
hiyerarşi, toplumsal hiyerarşiyle böyle kaynaşır. Durum böyle
olunca, ilerlemenin yönünün, bu tehlikeli bağı çözebilecek şekilde
değiştirilmesi, bizzat bilimin yapısını, bilim tasarımını da
etkileyebilir. Hipotezleri, rasyonel karakterlerini yitirmeden
özünde farklı bir deneyim ilişkisine doğru (sükuna kavuşmuş bir
dünyada) gelişirler; bunu takiben bilim doğanın özünde farklı
kavramlarına ulaşır ve özünde farklı olguları saptar.”
Sonuç olarak Marcuse yalnızca başka bir teori oluşumunu değil,
ilkesel olarak farklı bir bilim metodolojisini gözünde
canlandırıyor. Doğanın, yeni bir deneyimin nesnesi haline
getirildiği aşkın çerçeve, artık araçsal eylemin işlev sahası
olmazdı, tersine olası teknik kullanımı bakış açısının yerine,
doğanın potansiyelini özgür kılan bir bakış açısı, bak ve koru,
alırdı: “iktidarın iki türü vardır:biri baskıcı ve biri de
özgürleştirici.” ( En azından bir alternatif tasarım
düşünülebilir olursa, yeniçağ biliminin tarihsel olarak biricik
proje şeklinde kavranılmasına karşı çıkılabilir. Ve daha sonra
alternatif bir yeni bilim, yeni bir tekniğin tanımlanmasını
içermelidir. Bu düşünüş boşa çıkar, çünkü teknik tamamen tek bir
tasarıma da yanıyorsa, açıkçası yalnızca insan türünün tamamının
tek bir “projesi”ne dayandırılabilir, tarihsel açıdan aşılabilir
bir projeye değil.
Arnold Gehlen, gördüğüm kadarıyla mecburen, bizim
bildiğimiz teknik ile amaç-rasyonel eylemin yapısı arasında içkin
bir ilişki olduğuna dikkat çekti. Eğer başarı-kontrollü eylemin
işlev sahasını rasyonel karar verme ve aletli eylemin
birleştirilmesi olarak anlarsak, tekniğin tarihini amaç-rasyonel
eylemin adım adım nesnelleştirilmesi bakış açısıyla yeniden
kurabiliriz. Yine de, teknik gelişme, insan türünün amaç-rasyonel
eylemin önce insan organizmasında bulunan işlev sahasının ilksel
öğelerini, birbiri ardından teknik araçlar düzlemine yansıttığı ve
kendi kendini sözü geçen işlevlerden kurtardığı şeklindeki
açıklama modeline uyarlar.
- Önce devinim aygıtının (eller ve bacaklar) işlevleri,
- Sonra (insan bedeninin) enerji üretimi,
- Sonra duyu aygıtının (gözler, kulaklar, deri) işlevleri ve
- En sonunda da kumanda eden merkezin (beyin) işlevleri
güçlendirilmiş ve ikame edilmişlerdir.
Eğer, teknik gelişmenin amaç-rasyonel ve başarı-kontrollü eylemin
yapısına -ki bu da çalışmanın yapısıdır- uygun düşen bir mantığı
izlediği gözönünde bulundurulursa, o zaman insan doğasının
örgütlenmesi değişmediği sürece, demek ki yaşamımızı toplumsal
çalışma ve çalışmayı ikame eden araçların yardımıyla kazanmak
zorunda olduğumuz sürece, teknikten ve üstelik bizim
tekniğimizden, niteliksel olarak farklı bir başkasının lehine
nasıl vazgeçebileceğimiz görülemez.
Marcuse’ün zihninde doğaya alternatif bir yaklaşım vardır, fakat
bundan yeni bir teknik düşüncesi kazanılamaz. Doğayı olası
teknik kullanımının nesnesi olarak ele almak yerine, onunla olası
bir etkileşimin rakip’i olarak karşılaşabiliriz. Sömürülen doğa
yerine, kardeş doğayı arayabiliriz. Hayvanları, bitkileri ve hatta
taşları, iletişimin kopmasıyla yalnızca işlemek yerine, henüz
tamamlanmamış bir öznelerarasındalık düzleminde, onlara öznellik
atfedebilir ve doğa ile iletişim kurabiliriz. Ve, insanlar
arasındaki iletişim iktidardan arınmadıkça, doğanın zincirlenmiş
öznelliğinin serbest kalmayacağı düşüncesi, en azından, özgün bir
çekim kuvvetine sahip olmuştur. Ancak, insanlar zorlamasız
iletişim kurduklarında ve her biri kendini diğerinde
tanıyabildiğinde, ancak o zaman insan türü doğayı başka bir özne
olarak -idealizmin istediği gibi onu kendi ötekisi olarak değil,
tersine kendini bu öznenin ötekisi olarak- tanıyabilir.
Her zaman olduğu gibi, tekniğin kaçınılmaz verimleri, kaşları
çatılmış bir doğayla elbette ikame edilemezler. Mevcut tekniğe
alternatif, doğanın bir nesne yerine bir rakip olarak
tasarlanması, alternatif bir eylem yapısına: amaç-rasyonel
eylemden farklı olarak simgeler aracılığıyla sağlanan etkileşime
dayanır. Fakat bu her iki tasarımın, çalışmanın ve dilin
projeleri, belirli bir dönemin ve belirli bir sınıfın, aşılabilir
bir durumun değil, bütün insanlığın projeleri oldukları anlamına
gelmektedir. Düşünce yeni bir tekniğe ne kadar az götürürse,
sonucunda yeni bir bilir düşünülmesine de o kadar az izin verir,
aksi halde bilim bizim bağlamımızda modern, olası teknik
kullanılabilirlik anlayışıyla yüklü bilim anlamına gelmelidir:
tıpkı bilimsel-teknik ilerleme için olduğu gibi, onun işlevi için
de “daha insani’ bir ikame yoktur.
Marcuse’ün kendisi de bilim ve tekniğin rasyonelliğini tek bir
“tasarım”da göreceli kılmakta kuşkuya düşmüş görünüyor. One
Dimensional Man ‘in birçok yerinde devrimcileştirme, kurumsal
çerçevenin, üretici güçlerin oldukları gibi kaldıkları bir
değiştirilmesi anlamına gelir. Sonra bilimsel-teknik ilerlemenin
yapısı korunur, yalnızca başı çeken değerler değişirler; yeni olan
bu ilerlemenin yönüdür fakat rasyonellik ölçütünün kendisi
değiştirilmeden kalır: “Bir araçlar evreni olarak teknik,
insanın gücünü artırabildiği gibi zayıflığını da artırabilir.
Bugünkü aşamada insan belki de kendi aygıtı karşısında her
zamankinden daha güçsüzdür.”
Bu tümce üretici güçlerin politik masumluğunu tekrar
vurgulamaktadır. Marcuse burada yalnızca üretici güçler ve üretim
ilişkileri arasındaki ilişkinin klasik tanımlanmasını
yenilemektedir. Fakat böylelikle, varmak istediği yeni
biraradalığa, üretici güçlerin politik açıdan tamamen bozulmuş
oldukları iddiasıyla varılabilecek kadar az varmaktadır.
Bilim ve tekniğin bir yandan gelişen üretici güçlerin artan,
kurumsal çerçeveyi tehdit eden potansiyeline işaret eden ve diğer
yandan da sınırlayıcı üretim ilişkilerinin meşrulaştırılmasının
ölçütünü veren özgür “rasyonelliği”, -bu rasyonelliğin çift
anlamlılığı ne kavramın tarihselleştirilmesiyle, neo ortodoks
anlayışa bir geri dönüşle, ne ilk günah modeliyle ne de bilimsel
teknik ilerlemenin masumiyeti ile yeterince temsil
edilebilecektir.
Kavranılmaya çalışılan durum bence en temkinli bir şekilde,
aşağıdaki gibi formüle edilebilir: ‘Teknolojik apriori, doğanın
dönüştürülmesi insanın dönüştürülmesiyle sonuçlandığı ve
‘insanların ortaya koyduğu yaratılar’ toplumsal bir bütünden
çıktıkları ve ona geri döndükleri ölçüde, politik bir apriori’dir.
Yine de, teknolojik evrenin makine parkının, politik amaçlar
karşısında kayıtsız olduğu konusunda diretilebilir - o bir toplumu
yalnızca hızlandırabilir ya da yavaşlatabilir. Bir elektronik
hesap makinesi kapitalist bir rejime olduğu gibi sosyalist bir
rejime de hizmet edebilir; bir siklotron hem bir savaş partisi hem
de bir barış partisi için iyi bir gereç olabilir .
(...) Ne var ki, teknik maddi üretimin kapsayıcı biçimi olursa, o
zaman tüm bir kültürü yeniden biçimlendirir; tarihsel bir
bütünsellik ve –bir evren tasarlar.”
(Marcuse’ün, teknik aklın politik içeriğini dile getirmekle
yalnızca üstünü örttüğü zorluk, bilim ve tekniğin rasyonel
biçiminin, yani amaç-rasyonel eylemin sistemlerinde cisimlenmiş
rasyonelliğin, kendini yaşam biçimine, bir yaşama evreninin
“tarihsel bütünselliğine” genişletmesinin ne anlama geldiğinin
kategorik açıdan daha tam bir belirlenmesidir.
Max Weber toplumun rasyonelleştirilmesi ile aynı süreci göstermek
ve açıklamak istemişti. Bence ne Max Weber ne de Herbert Marcuse,
bunu doyurucu bir şekilde başarabilmişlerdir. Bu yüzden Max
Weber’in rasyonelleştirme kavramını başka bir ilişki sisteminde
yeniden formüle etmek ve sonra bu temel üzerinde Marcuse’ün Weber
eleştirisini olduğu gibi, bilimsel teknik ilerlemenin (üretici güç
ve ideoloji olarak) çifte işlevi tezini de irdelemeye çalışmak
istiyorum. Bir denemenin çerçevesinde sunulabilen ama
kullanışlılığı ciddi olarak sınanamayan bir yorumlama modeli
öneriyorum. Bu yüzden tarihsel genellemeler yalnızca şemanın
açıklanmasına hizmet ediyorlar; yorumlamanın kendisinin
uygulanması yerine geçemezler. |