Naziler göre Yahudiler ulusal vücudu hasta eden
parazitler idi. İttihat ve Terakki'de, parti
ideolojisinde söz sahibi olan çok sayıdaki tıp
doktorları benzer görüşlere sahipti. Örneğin 1915
Mayıs'ında Diyarbakır'da ilk tehciri uygulayan kişi o
dönemin Valisi Dr. Çerkes Reşid de bunlardan biriydi.
-
Sonbahar 1895'te birkaç hafta içinde Sünni Kürtler,
Türkler ve Çerkesler yaklaşık yüz bin Ermeni öldürdü.
Katillerin çoğu kışkırtılan, bunu kendilerinin varolma
mücadelesi olarak algılayan sivil Sünni erkeklerdi.
Kurbanların yüzde 99,9 masum, militan siyasete
karışmayan Ermeniler ve de bazı Süryaniler idi. Doğu
Anadolu günümüze dek süren iç huzursuzluğun kökeni
19uncu yüzyıla değin uzanmaktadır. Bu yüzyılda Ermeni ve
Kürt sorunu başlamış, Alevi sorunu da farklı nitelik
kazanmıştır.
-
Naziler göre Yahudiler ulusal vücudu hasta eden
parazitler idi. İttihat ve Terakki'de, parti
ideolojisinde söz sahibi olan çok sayıdaki tıp
doktorları benzer görüşlere sahipti. Örneğin 1915
Mayıs'ında Diyarbakır'da ilk tehciri uygulayan kişi o
dönemin Valisi Dr. Çerkes Reşid de bunlardan biriydi.
Tanzimat döneminde Osmanlı devleti çoğu Kürt, bazıları da
Süryani veya Ermeni olan yerel yönetimlerin yerine Doğu
Anadolu'da merkezi sistemi gerçekleştirmeye çalışıyordu,
ancak bunu başaramadı. Tanzimat ile, hukuk devleti ve dini
eşitlik ilan edildi, fakat Tanzimat, dini ve etnik gruplar
arasında önceden var olan hiyerarşik düzenin bozulmasına ve
de özellikle taşrada anarşi ve kin oluşmasına neden oldu.
Bunun çeşitli sebepleri vardı. O zamanki (Mekteb-i Mülkiye
öğretmeni Andreas Mordtmann'ın deyişle) «İstanbul
efendileri ve paşaları» bölgenin gerçeklerini araştırıp
kabul ederek ve varolan şartlara göre bir siyasi sistem
oluşturmak yerine, Fransa'nın aşırı merkeziyetçi idari
sistemini ithal ettiler. Hedefleri: Modern ve güçlü bir
devlet olmak, ve kendi iktidarlarını korumaktı. Bu hedef o
zamanki Batı devletlerin, özellikle İngiltere'nin
çıkarlarına uygundu. Çünkü İngiltere için Rusya ile olan
rekabetinde jeostratejik açıdan sağlam bir Osmanlı
imparatorluğu önemli idi. Rusya Müslüman karşıtı ve
yayılmacı bir politika izliyordu. Osmanlı imparatorluğu
18inci ve 19uncu yüzyılda Birinci Dünya Savaşı'na dek
Rusya'ya karsı yaptığı bütün savaşlarını kaybetti. (Tek
istisna Kırım Savaşı’dır, çünkü bu savaşta Osmanlılar
Avrupa'dan çok geniş askeri destek gördüler.)
Bu
modern tarih çerçevesinde doğu vilayetlerinde sağlıklı ve
barışçı bir iç gelişme gerçekleştirilemedi. Aksine, 16ncı
yüzyıldan beri bölgesel iktidara sahip olmakla birlikte,
padişahı da kabul eden Kürt hükümetleri ve beyliklerinin
ortadan kaldırılmasıyla, yani 1830'lardan sonra, o bölge
büyük sosyal felaketlere sahne oldu. Katliam, zulüm,
pogrom, jenosid, tehcir ve bitmeyen sıkıyönetim. Ermeni
halkı ve kültürü 1915'ten sonra imha edildi. Kürt
kültürüne 1923'ten sonra büyük baskı uygulandı. Resmi
olarak «Kürdistan seferi» olarak adlandırılan iç savaş
1830’larda başladı ve ancak yüz sene sonra 1938 Dersim
harekâtı ile sona erdi. Bildiğimiz gibi bu sona erme
geçici idi. 170 yıldan bu yana devlet bölgedeki
egemenliğini güç ve şiddetle koruyabildi. Fakat ne
Tanzimatçı hükümet ne kendisini yeni, modern bir devlet
gösteren Cumhuriyet kalkınma, refah ve de huzur
getiremedi; aksine, bitmeyen savaş ve sıkıyönetim
koşulları insanların emeklerini yok etti. Bildiğiniz gibi
bugün bile birçok yerde en zorunlu gereksinmeler dahi
karşılanamıyor.
Askeri güçle uzun vadeli huzurun sağlanması olanaksızdır.
Siyasetin eksikliği, kirli yönetimin izleri ve suçları
açıkça kendini göstermektedir. Ama şunu da belirtmek
gerekir ki tarih şartlarına göre gerçekleştirilmesi
gerekenler hiç de kolay değildi. Modernleşme konusunda
daha tecrübeli olan ve ekonomik güce sahip başka bir
devlet de bunları başaramayabilirdi. Avrupa ancak 20nci
yüzyılın ikinci yarısında ciddi olarak dini ve etnik
çoğulculuğu demokratik şekilde öğrenmeye başladı. Bu
öğrenim son Osmanlı dönemine göre çok daha olumlu
şartlarda gerçekleşmektedir. Ve yine de, sizlerin yabancı
olarak yakinen bildiğiniz gibi, Avrupa bu konularda bütün
hedeflerine daha ulaşamadı. Örneğin yabancıların siyasi
haklara sahip olmaması gibi.
Yüz
yıl önce Doğu Anadolu'da yapılması gereken: Bölgede sağlam
bir hukuk devleti oluşturmak, din ve etnik gruplar
arasında barışı gerçekleştirmek ve bu çerçevede kalkınmaya
ve refaha olanak sağlamak olurdu. Bugün yerli
Hıristiyanların yok denecek kadar az olmasına rağmen söz
edeceğim gibi uzun vadeli benzer bir perspektif
çizilebilir: Bu bölgedeki ülkelerin kalkınmalarını
tamamlamaları ve çoğulcu siyasi liberalleşmeyi
gerçekleştirmeleri durumunda, bu devletler arasındaki
sınırlar açılabilir ve tıpkı Basel-Alsace-Schwarzwald
Regio'su örneğinde olduğu gibi serbest dolaşım hakkı,
sınır ötesi ekonomik ve kültürel işbirliği sağlanabilir.
Kürt sorunu var olan hiç bir sınır değiştirilmeden Kürt
Regio'su yaratılarak çözülebilir. Ermeniler ile de bu
şekilde yine sınırları değiştirmeksizin sınır ötesi
bölgesi oluşturularak barış sağlanabilir ve de Ermenilere
geçmişte yaşadıkları topraklar üzerine yine yaşama şansı
verilebilir.
19uncu yüzyılda ortaya çıkan Doğu Anadolu'nun ıslahatı
yani modernleştirilmesi ve barışa kavuşturulması hala
geleceğin misyonudur. Barış ve refah ancak sağlam ve
demokratik bir çoğulcuk içinde doğar, krizden krize giden
yarı otoriter ve mafyanın güçlü olduğu bir sistem içinde
elbette ki değil. Artık Türkiye'nin Cumhurbaşkanı ve
İçişleri Bakanı bile yolsuzluk ve kirli yönetimi ülkenin
en önemli problemi olarak ifade ediyorlar. Türkiye'yi
tanıyan gözlemciler bunu eskiden beri bilmektedirler.
Krizleri bahane edip, yapay gündem yaratarak, kendi
varlıklarının ve imtiyazlarının sürekliğini sağlamayı
amaçlayan iktidar sahipleri bugüne kadar yabancı
komploları, bölücülük, Kürtçülük, Alevi sorunu,
İslamcılığı hep birer kriz nedeni gösterdiler ve bu
sebeplerle vatanın tehlikede olduğunu yineleyip durdular.
Oysa 19uncu yüzyıldan beri asıl problem yönetimdir. Diğer
söz edilen konular önemli olmakla birlikte, bunlar büyük
ölçüde yönetimden kaynaklanan problemlerdir.
Çizdiğim bu tabloyu şimdi yakından üç başlık altında
inceleyelim, özellikle de az tanınan son Osmanlı
döneminden söz etmek istiyorum.
1)
19uncu yüzyılda Kürt ve Ermeni sorunun doğuşu ve gelişimi
2)
Genç Türk hareketi ve Ermeni soykırımı
3)
Türk milliyetçilerin idealleri ve gerçekler
1)
19uncu yüzyılda Kürt ve Ermeni sorunun doğusu ve gelişimi
Kendi
emirliklerin kaldırılmasıyla birlikte Kürtler derin ve
bitmeyen bir kimlik krizine sürüklendiler. Kendi eski
siyasi mirasları -yani kabul ettikleri bir
hükümdarlığın altında kendi bölgesel otonomileri
sürdürebilme hakları- hiçe sayıldı. Daha sonra üniter
Cumhuriyet'in kurulusuyla kendi kültürel mirasları
da tamamen inkar edildi. Tanzimat'la beraber Sünni Kürt öz
güvenini bozan ayrı ciddi bir problem daha çıktı: Gayrı
Müslimlerle, Müslümanlar arasında hukuki ve siyasi eşitlik
ilan edilmesi Kürtlerin günlük yaşamdaki üstünlüğünün
sorgulanmasına neden oldu. Demek ki Tanzimat'ın getirdiği
değişiklikleri Kürtlere çok şey kaybettirdi, fakat hiç bir
şey kazandırmadı. Müslüman olmayanların ve Alevilerin
durumları farklı idi. Sünnilerin dini imtiyazlarının
kaldırılmasını sevinçle karşıladılar: Modern hukuk
devletini ve eşitliği haklı olarak kendiler için önemli
bir soysal düzenleme sayıyorlardı, dolaysıyla reformlar
genellikle büyük ümit ile bekliyorlardı. Fakat ne yazık
ki: onlar da hayal kırıklığına uğradılar. Neden?
Reformların tatlı yüzü - yani refah, güvenlik ve eşitlik -
yalnızca bazı büyük kentlerde az çok kendisini
gösterebildi. Taşrada ise genel durum daha da ağırlaştı,
çünkü eski düzen yerine, beklenen yeni bir düzen gelmedi.
Bundan dolayı karmasa ve güvensizlik iyice artı. Bu
durumdan en çok zarar görenler Sünni olmayan azınlık
grupları idi. Kendi devletlerinin onları koruyamayacağını
anladıklarında, sadece Hıristiyanlar değil, Aleviler ve
Yezidiler de artık dışarıdan yardım beklediler. Bölgede
bulunan misyonerler aracılığıyla süper devletlerden destek
ve koruma istediler. Böylece uluslararası diplomaside
Ermeni sorunu, «la question arménienne», doğdu. 1878
Berlin Antlaşmasının 61inci maddesi Doğu Anadolu'daki
Ermeniler için bir uluslar arası koruma öngörüyordu. Ancak
gerçekte hiç bir zaman uygulanmadı.
Askeri gücü Kürt emirliklerini yok etmeye yettiyse de,
Osmanlı devletin sivil gücü yeni düzeni kurmaya yetmedi.
Osmanlı ordusunda görev yapan ve Kürdistan seferine
katılan Alman subay Helmut Moltke 1838’de Harput'ta iken
şunları yazdı: «Bu zafer yalnızca silahlı olanların değil,
binlerce savunmasız kadın ve çocuğun da yaşamına maloldu,
binlerce yerleşim yeri yıkıldı ve yılların emeği yok oldu.
Eğer Kürtlerden alınan özgürlüklerinin yeri iyi bir
yönetim ile doldurulamazsa, bu zaferin muhtemelen daha
öncekiler gibi geçici olacağını düşünmek üzücüdür.» Ne
yazık ki Moltke'nin sözleri 20nci yüzyılda hala
geçerliliğini korumaktadır.
Tanzimat'tan sonraki padişah Abdülhamid Kürt krizini
kararlı bir islam birliği politikasıyla çözmeye çalıştı ve
bunu, kısmen de olsa, başardı. Hamidiye alaylarının
oluşmasıyla olarak birçok Sünni Kürt aşiret yine siyasi,
hukuki ve ekonomik imtiyazlarını kazandılar. Kürtler
dolaysıyla Abdülhamid'e «Kürt babası», «Bâve Kurdan»
unvanı verdiler. Abdülhamid yerel Sünni liderlerle resmen
anlaşarak doğu vilayetlerindeki hakimiyetlerini
sürdürürdü. Tanzimat döneminde bile, ilan ettiği kendi
prensiplerine aykırı olmasına rağmen, bu anlaşma gayrı
resmi olarak yürürlükte idi. Yoksa devlet iktidarını
koruyamazdı. Hamidiyelerden en çok zarar görenler
Ermeniler, Yezidiler ve Dersim'in dışında yaşayan Aleviler
idi.
Bu
dönemde bazı genç Ermeniler tepki göstermeye başladılar.
Protestan misyoner okullarında, kendi Ermeni okullarında
ya da Avrupa'da batılı liberal eğitim gören bu gençler
hükümete isyan etmeyi kararlaştılar. Önce 1887'de
Cenevre'de, daha sonra da Tiflis'te devrimci dernekler
kurdular. Bunlar doğu vilayetlerinde liberal ve sosyalist
propaganda yapmaya ve, az da olsa, bazı gerilla
faaliyetleri sürdürmeye başladılar. “Gavurların” bir İslam
devletini protesto eden bu davranışları yerel beyleri ve
padişahı son derece rahatsız etti. Abdülhamid bazı Sünni
şeyhleriyle var olan ilişkilerini kullanıp Müslümanları
kendi hakları savunmaya çağırdı, derneklerin bu
faaliyetlerini bölücü bir Ermeni isyanı olarak
nitelendirerek toplumu Ermenilere karsı kışkırttı. Böylece
-belki de tam istemeden- çok geniş katliamlara yol açtı.
Sonbahar 1895'te birkaç hafta içinde Sünni Kürtler,
Türkler ve Çerkesler yaklaşık 100 bin Ermeni öldürdü.
Katillerin çoğu kışkırtılan, bunu kendilerinin var olma
mücadelesi olarak algılayan sivil Sünni erkeklerdi.
Kurbanların % 99,9 masum, militan siyasete karışmayan
Ermeniler ve de bazı Süryaniler idi.
O
dönemde İsviçreli (özellikle de Basel'li) bazı doktor ve
öğretmenler insani amaçlar ile Ermeni-Kürt bölgelerine,
örneğin Sivas, Elazığ, Van ve Urfa'ya gidip hastane,
yetimhane, okul ve el sanatları atölyeleri kurdular. Bu
çalışmalarını 1923'e değin sürdürdüler. (Diyebiliriz ki
Basel'in o bölge ile ilişkisi 105 sene önce başladı.)
1895'te genelde yerel halk devletin desteğiyle katliamları
yaptığı için, sosyal bilimler bunları pogrom olarak
adlandırmaktadır. Bazı tarihçiler ise bu olayları
partial genocide (kısmi soykırım) olarak kabul
etmektedirler, ve buna gerekçe olarak da kurban sayısının
çok yüksek olmasını ve bölgeler arası organizasyonu
göstermekteler. Bu suçu muhalefette bulunan bütün Genç
Türkler açıkça kabul etmelerine rağmen, Türk
milliyetçileri ise hem 1895 pogromları hem 20 sene sonraki
genel soykırımı 1915'ten sonra inkar ettiler.
2)
Genç Türk hareketi ve Ermeni soykırımı
Yüz sene
önce Abdülhamid'e karşı olan düşmanlıkları bütün Osmanlı
muhalefetini, özellikle de Genç Türkleri, devrimci
Ermenileri ve de bazı Kürt aydınlarını birleştirdi.
Cenevre'de gurbette bulunan Osmanlılarda bu durumu net
şekilde görmekteyiz. Genç Türk hareketi 1908'de iktidara
geldiğinde, insanlar liberal, çoğulcu ve demokratik bir
Osmanlı dönemin başladığına inanmaktaydılar. Fakat 5 sene
sonra, yani 1913'te, İttihat ve Terakki merkez üyeleri
tarafından yürütülen, antiliberal bir parti diktatörlüğü
kuruldu. Talat'lar, Cemal'lar, Enver'ler, Dr. Nazım, Dr.
Çerkes Reşid ve diğerleri hepsi o zamanki emperyalist
Avrupa'nın en kötü ideolojilerini, yani antihümanist
Sosyal-Darwinizm'i, materyalizmi ve ırkçılığı benimsediler.
Milliyetçi positivizm elitlerde dinin yerini aldı; şiddet
ve zorlama ile kendi uluslarını yükseltmeyi amaçladılar.
Başka dini ve etnik gruplarla beraber yaşayabilmek yerine,
onları boyunduruğuna almak, kovmak ya da yok etmek
Sosyal-Darwinizm doktrinidir.
İttihatçı rejim 1914 yılı Ocak ayında uluslararası
baskılarla Doğu vilayetleri için önemli bir reform planı
imzalamak zorunda kaldı. Tıpkı 1998'de Kosova için olduğu
gibi, fakat daha yumuşak şekilde, bu plan uluslar arası
kontrol, yerel seçimler ve yerel dillerin tanınmasını
öngörmekteydi. Fakat İttihat'çı elit aynı senede
Almanya'nın yanında Dünya Savaşı’na büyük bir istekle
katıldı ve Ekim 1914’te Rusya'ya saldırmaya başladı.
Böylece kendi asıl problemlerini bir kenara bırakıp şu
hedeflere ulaşmak istemekteydi:
-
Uluslar arası reform planından kurtulup bütün Anadolu'yu
merkezi ve üniter bir Türk-Müslüman ulusal devleti
kimliğine sokmak.
-
Milli
iktisadı kurmak.
-
Kapitülasyonlardan (yani yabancı imtiyazlarından)
kurtulup tam egemen bir devlet olmak.
-
Bazı
panturanist rüyaları gerçekleştirmek.
Enver
Paşa'nın ırkçı hayalleri üzerine kurulan Kafkasya seferi
1914’ün son günlerinde korkunç bir başarısızlıkla
sonuçlandı. Sarıkamış’ta hemen hemen bütün ordu, yani
büyük bir bölümü Kürt olan 90.000 asker kış fırtınalarında
öldü. Rus ordusu Doğu Anadolu'ya girmeye başladı.
İttihatçı diktatörler o zaman kendilerine kolay bir hedef
olarak zayıf bir azınlığı seçtiler: Tüm Ermenileri vatan
hainliğiyle suçlayıp ortadan kaldırmaya karar verdiler.
Yani
belirlenen bu savaş çerçevesinde Ermeni jenosidi meydana
geldi. Elbette ki Ermenilerin daha önce yaşadıkları acı
olaylar nedeniyle o dönemde var olan rejime güvenleri
kalmamıştı, doğal olarak Rus egemenliği altında bulunan
diğer Ermenilere sempati duymaktaydılar. Fakat 1890'larda
olduğu gibi 1915'te de Ermeni halkın büyük çoğunluğunun
militan siyasetle hiç ilgisi yoktu. Yine de İttihatçı
parti rejimi 1915 Nisan’ından itibaren sadece savaş
bölgesinde bulunanları değil, bütün Ermenileri, bölgelere
göre sırayla ölüme gönderdi. Jandarmaların, çeşitli
çetelerin, sık sık da yerel Sünni Kürtlerin katılımı ile
Ermeni erkekleri, kadın ve çocuklardan ayırıp, hemen
katlettirdi, diğerlerini ise tehcir sırasında ve sonunda
da Suriye'deki çöl toplama kamplarında öldürttü. Elaziz
Vilayeti’nde Gölcük gölü kenarında ise imha kampları
bulunmakta idi. Çeşitli silahlar ile orada en azından
10 bin kadın ve çocuk öldürüldü, ve de öldürülmeden önce
paralarını, altınlarını ve elbiselerini vermek zorunda
kaldılar. Yani acımasız sömürü bu değin ileriye gitti.
Harput Amerikan konsolosu ve oradaki Amerikan hastanesinin
başhekimi tanık oldukları bu olayları detaylı bir rapor
halinde anlatarak dünyaya önemli belgeler bıraktılar.
Öldürücü tehcir ile ilgili olan diğer önemli bir raporu
Urfa'daki İsviçreli hastanenin müdürü Jakob Künzler yazdı.
Türkiye ve doğu Anadolu bu insanlığa karşı işlenen suçlar
üzerine bir kez yürekten gelen ideolojisiz bir ağıt yaktı
mı? Bireysel istisnalar dışında ne yazık ki hayır, ağıt
yerine sadece inkar, tehdit, kafa tutmayı tercih
etmektedir ve böylece Jenosid kurbanlarının, kendi
ölülerinin ve bütün evlatlarının huzuruna engel
olmaktadır.
Bu
soykırım konusunu biraz daha yakından inceleyelim: Nazi
savaş rejimi altındaki Yahudilerin kaderi ile 25 sene
önceki İttihat'çı diktatörlük altındaki Ermenilerin kaderi
birçok açıdan birbirine benzerler:
-
Enver
Paşa, Rusya'ya karşısında ağır bir yenilgi almıştı.
Hitler de Rusya'ya saldırısında bozguna uğramıştı.
İlginç olan bu her iki durumda da azınlıklar vatan
hainliği ile suçlanmış yenilgilerin bedeli onlara
ödetilmiştir. Yani iki örnekte başarısız bir Rusya
seferinden sonra sıkı bir iç düşmanlık propagandası
genel kırıma yol açtı. Rusya seferinden önce Naziler «Juden
raus» politikasını uyguladılar.
-
İkinci
Dünya Savaşı sırasında Doğu Avrupalı Yahudiler bir
azınlık olarak komünizmi ve komünist Rusya'yı kurtuluş
olarak görmekteydiler. Aynı şekilde Birinci Dünya Savaşı
sırasında Anadolu bir kısım Ermeniler için de Rusya
kurtuluş ümidi idi. 1940’larda Kızıl Ordu’da ve
Almanlara karsı savaşan gerillada Yahudiler de vardı,
bundan 25 sene önce de Rus ordusunda ve partizan
birliklerinde Ermeniler de vardı.
-
Naziler göre Yahudiler ulusal vücudu hasta eden
parazitler idi. İttihat ve Terakki'de, parti
ideolojisinde söz sahibi olan çok sayıdaki tıp
doktorları benzer görüşlere sahipti. Örneğin 1915
Mayıs'ında Diyarbakır'da ilk tehciri uygulayan kişi o
dönemin Valisi Dr. Çerkes Reşid de bunlardan biriydi.
-
Naziler ve İttihatçıların megaloman yerleşim ve tehcir
planları vardı. Bu planlara göre hedefleri
Türkleştirilmiş, Naziler için Almanlaştırılmış bölgeler
yaratmak, farklı etnik gruplar bölge dışına çıkartmaktı.
Bu nedenle de Nazi ve İttihatçı resmi açıklamalarda ve
belgelerde hiç bir zaman açıkça toplu kıyım konusunu söz
konusu edilmiyor, fakat hep göçten, tehcirden ve yeni
yerleşimlerden bahsediliyordu. Yahudilerin Doğu'ya
ziraat, Ermenilerin de Suriye'ye yerleşmek amacıyla göç
ettirildikleri bildirilmekteydi. Gerçekte tehcirin ne
olduğunu, nasıl sonuçlandığını farklı kaynaklardan
öğrenmek durumundayız.
Ermeni soykırımı gerçeğini ortaya koyan başlıca kaynaklar
şunlardır:
-
Alman
müttefiklerin bölgede bulunan subaylarının,
konsolosların ve Bağdat demiryollarında çalışan Alman
memurların tarafından yazılan belgeler.
-
Bölgede bulunan diğer yabancılar, özellikle Amerikan ve
İsviçreli doktorların, mühendislerin ve öğretmenlerin
raporları.
-
Hayatta kalan Ermenilerin yazdıkları.
-
Osmanlı arşivlerinde bugüne kadar yabancı
araştırmacılara açılan bölüm de gayet önemlidir. Resmi
belgelerde direkt delilleri, örneğin katliam emirlerini
bulmayı düşünmek saflık olur. Fakat çeşitli tarihçiler
tarafından araştırılan Osmanlı İçişleri Bakanlığı’nın
şifreli telgrafları önemli bir noktayı net olarak ortaya
koymaktadır: Ermeni tehciri bütün Anadolu'da sistematik
şekilde merkezi yönetim tarafından organize edildi.
Tehcirin hakikaten soykırım olduğunu zaten bahsettiğim
diğer kaynaklar açıkça göstermektedirler. Yöneticilerin
bu gerçeği bilmediklerine inanmak mümkün değildir.
Ermenilerle iç içe yaşayan Dersim bölgesindeki Aleviler
ve de o dönemde Osmanlı yönetiminde olan Filistin'deki
Yahudi azınlığı aynı sona uğramaktan korkmaktaydı. Bu da
göstermektedir ki soykırımcı tehcirden herkesin haberi
var idi.
Doğu
Anadolu tarihinde en kara leke 1915 olaylarıdır. Söylemek
gerekir ki, bu yılda bazı Ermeniler tehciri kabul
etmeyerek Karahisar, Van ve Urfa'da silahlı olarak
kendilerini savunmaya çalıştılar. 1918'de -Rus ordusunun
Erzurum'dan çekilişi sırasında- Ermeni milisleri zulüm ve
intikam cinayetleri gibi ağır suçlar işlediler. Ancak,
bunlara dayanarak her şey sivil savaş olarak
nitelendirmek, yani iki taraflı bir savaş olduğunu ve
zayıf olan tarafın kaybettiğini ve yok olduğunu iddia
etmek, bilimsellikten ve ciddiyetten uzak, saçma bir
tezdir. Yahudilerin Varşova isyanı ve Almanlara karşı
Rusya’yı destekleyen gerilla faaliyetlerini gerekçe
göstererek, Yahudi jenosidini bir sivil savaşın “doğal”
sonucu olarak açıklamak akıl ve mantığın kabul etmeyeceği
bir şeydir.
Ne
yazık ki Cumhuriyet kurucuları tarihi şanslarını
kullanmayıp yeni bir devlet kurarken, eski devlet yönetimi
sırasında meydana gelen olaylar ile gerçekçi ve açık
olmadılar. Neden yakın tarih ile ilgili yeni sayfa
açmadılar? Niçin doğruluğu tartışmalı konuları
aydınlatmayı tercih etmediler? Bunun yanıtı oldukça basit:
Genç Cumhuriyet elitinin çoğunun İttihat'çı bir geçmişi
vardı. Hepsi Türk milliyetçi olan bu insanlar, bazıları
savaş rejimin yaptıklarına direkt katıldılar, diğerleri
de, o kuşakla dayanışma içinde bulunmaktaydı. Bir çoğu o
şiddetli değişmelerden önemli maddi veya siyasi faydalar
sağladılar. Milli iktisadın kurulması amacıyla, ekonomide
söz sahibi ve gücü olan Rumlar ve Ermeniler ortadan
kaldırıldı. Ermenilerin imhası sayesinde zenginlesen mal
ve mülk sahibi olanların sayısı büyüktü.
O
dönemdeki bazı aşırı Türk milliyetçileri savaş ve soykırım
suçlarını inkar etmekle yetinmeyip birde, bu olaylarla
övünerek iç düşman olarak gördükleri diğer grupları da
sindirmeyi amaçlıyorlardı. Örneğin Koçgiri ayaklanma
sırasında Kürt Alevilerine ve 1923'ten sonra asimile
olmayan Kürtlere yaptıkları gibi. O zamanki Dışişleri
Bakanı Tevfik Rüştü ve Adalet Bakanı Mahmut Esat
Bozkurt'un bazı soysaldarwinist ve ırkçı açıklamaları
aşırı Nazi söylemleri ile örtüşmekte idi.
3)
Türk milliyetçilerin idealleri ve gerçekler
Türk
milliyetçilerin bir bölümü İsviçre'de eğitimlerini yapmış
ve de, İsviçre’yi idealize edip onu model olarak
görmüşlerdir. Bir İsviçreli tarihçi olarak bu benim için
ilginçtir. Şimdi Türk elitlerin söylediklerini ve
yaptıklarını kendi ifade ettikleri değerler ve kavramlara
göre inceleyelim. İdeal ve realite arasındaki çelişki
büyüktü. Kendi hareketlerini “halkçı” olarak
nitelendirmelerine rağmen, elit ve halk arasında bir
uçurum vardı. Yani toptan bütün ideallerini kendilerine
yabancı olan sosyal bir gerçek içinde yaşama geçirmeye
çalışıyorlardı. İsviçre sistemini ve tarihi gelişmelerini
tam anlayamadan, onu idealize etmişlerdi. Positivist
düşünceyle, İsviçre'nin ve diğer Avrupa devletlerinin
modern ve prestij sağlayan yanlarını görebildiler ve
bunları algılayabildikleri kadarıyla taklit etmeye
çalıştılar. Milliyetçi idealistlerin büyük bir bölümü iyi
niyetli idi. Amaçları Türkiye'yi modern ve üniter bir
devlet olarak görmekti. Ancak parlak hedeflere kısa yoldan
ulaşabileceğine inandılar. (Aynı hatayı o dönemdeki
Bolşevikler de yapmaktaydı.)
Eğitimini ve doktorasını İsviçre'de yapan Mahmut Esat
Bozkurt, Eugen Huber'in ünlü İsviçre medeni hukuk yasasını
olduğu gibi aynen Türk hukuk sistemine aktarmıştır. Kısa
yoldan, insanları inandırmadan, onları kazanmadan, zor ve
şiddet ile, köklü reformların gerçekleşmesi mümkün
değildir: Bu acı gerçek özellikle Doğu Anadolu için
geçerlidir. 1937 Dersim harekatı esnasında devletin
sloganı, bu bölgede bir İsviçre yaratmak, Dersim'e
medeniyet getirmek idi. Oysa uygulamada ise medeniyet
değil, şiddet ve yıkım vardı, çünkü hedeflerin sağlam
temeli, yani bölgenin tarihi ve kültürel gerçekleri
entegre eden demokratik bir çerçeve hiç yoktu. Yöneticiler
ilan ettikleri hedeflerinin çok uzağında kaldılar.
İsviçre tarihini ve buna göre oluşturulan siyasi sistemini
benimsemiş olsalardı, o vakit Doğu Anadolu'da da modern,
çoğulcu bir hukuk devleti düzeni kurmak için bu sistemin
temelini oluşturan bazı ilkelerin ne denli önemli olduğunu
her halde kabul ederlerdi. Bu anlamda bilinmesi gerekir
ki:
-
Devleti oluşturan etnik grupların tarihi ve kültürel
mirasları yok edilemez, uygun şekilde entegre edilir.
Örnek vermek gerekirse, insanların anadilleri,
kültürleri ve de Kürtlerin asırlarca süren özerklik
tecrübeleri inkar edilemez.
-
Entegre etmek kazanmak demektir, asimile etmek değildir.
Etkili ve verimli çalışan yerel yönetimler, Kürt, Ermeni
ve Süryani akademik ve bilimsel kurumlar, anadilde
eğitim, Kürtçe televizyon yayını gibi uygulamalar güçlü,
güvenilir modern bir devletin göstergesi olur. Ülkenin
iç sorunlarını sadece şiddet kullanarak bastıran bir
devlet zayıftır, yani bu demektir ki devlet kendi
insanlarına güven veremiyor, ikna edemiyor,
inandıramıyor ve de şiddetsiz çözümler üretemiyor.
Türk
siyasi gelişimi için ciddi bir engel de kendi jeostratejik
önemidir. Kendi dengeleriyle ayakta duramayan bir sistem
ve silahlı güçleri, Batı'nın milyarlarca dolarlık
desteğiyle, kendi seyri için de normal denebilecek iç
gelişmelere ve silahsız demokratik mücadelelere karşı
durmaktadır. Tabi ki hepimizin dileği ve beklentisi odur
ki, Batı ve özellikle Avrupa Birliği'nin Türkiye ile
ilişkilerinde ölçünün sadece stratejik ve ekonomik
çıkarları değil, siyasi, sosyal ve hukuki doğrular ve
hedefler olmasıdır. Bu haftadaki Avrupa Birliği Katılım
Ortaklığı Belgesi Kürt sorununu ayrıca açıklamamasına
rağmen yine de asıl problemleri net şekilde
göstermektedir.
Sonuç
olarak kısaca şunu söyleyebiliriz: Kendi tarihi ile
barışmak, yani ideoloji yapmadan serinkanlılıkla
gerçekleri kabul etmek, böylece gelecek üzerinde gölge
olmasına izin vermemek, Türkiye'nin iç barışı için son
derece önemlidir. Tarihi gerçekler, söylediğimiz gibi:
Kürtlerin kültürel ve siyasi miraslarının hiçe sayılması,
Ermeni soykırımı, Türk milliyetçiliğin dinin yerini alması
ve de uzlaşma kültürünün eksikliğidir. Türkiye
gerçeklerini kabullenip bugünkü problemlerin çözümünü
başarmak için, öncellikle kendi demokratik güçlerine
güvenmek, sivil toplumu güçlendirmek, iç dinamiklerini
harekete geçirmek ve de dışardan, yani Avrupa'dan gelen
öneri ve eleştirileri tartışmaya açık olmak zorundadır.
Bence köklü adımlar atabilmek ve yaşama geçirebilmek için
Türk siyasi yaşamında tam bir kuşak değişikliği ile mümkün
olacaktır. Avrupa'daki farklı siyasi kültürleri tanıyan
Kürt ve Türk diasporası bu uzun vadeli demokratikleşme ve
barış sürecisinde gayet önemli bir rol oynamalıdır.
İnanıyorum ki milliyetçi komplekslerinden kurtulmuş bir
kuşak ancak geleceğe yönelik uzun vadeli ve kararlı
politikalar sürdürebilir. |