Türkiye'de devlet, etnik, dinsel, dilsel, vb. her türlü
farklılığın inkârı üzerine inşa edildi; kurucu
ideolojinin mottosu 'Sınıfsız, imtiyazsız, kaynaşmış bir
kitleyiz' idi.
Dünyada totalitarizmin borusunun öttüğü
bir dönemde devlet, bu mottoya uygun davranmada herhangi
bir zorlukla karşılaşmadı. Ama zaman içerisinde değişen
dünya koşulları ve özellikle AB süreci, bu mottonun
öngördüğü politikaların uygulanmasını imkânsız kıldı ve
devlet, farklılıkları kabul eden noktaya geldi.
Burada vurgulanması gereken şudur: Devlet, doğru
olduğuna inandığı veya olması gereken bu olduğu için
değil; dış dinamikler zorladığı ve devlet çıkarı bunu
gerektirdiği için, toplumdaki farklılıkların varlığını
tanımaya başladı. Devletteki bu değişim içselleştirilmiş
ve doğal bir değişim değildi; aksine gönülsüz ve zorunlu
bir değişimdi. Bu nedenle değişim karşısında devlet iki
şekilde direniyor ve direndikçe de yanlışlara
sürükleniyor:
I) İlki, klasik 'Tandoğan zihniyeti'ni, yani her
değişim talebi ve zorlaması karşısında, devletin kendini
değişimin tek taşıyıcısı ve öznesi haline getirme
çabasını devreye soktu. 'Mademki değişim kaçınılmaz; o
halde değişimi ben yapar, ne kadar değişileceğine ben
karar veririm' zihniyeti, anadilde yayın konusunda da
kendisini gösterdi.
AB ittirmesi
AB uyum sürecinin ittirmesiyle, anadilde yayının
önündeki engellerin kaldırılması zorunluluğu doğunca,
devlet, bu tür yayınları da başkasına bırakmadı ve
TRT'de, 'Kültürel Zenginliğimiz' adı altında farklı dil
ve lehçelerde program yayınına başladı. Bu, önemli bir
sıkıntıyı da beraberinde getirdi. Zira imparatorluk
bakiyesi olan bu toplumda çok sayıda anadil ve lehçe
konuşulmakta. Devletin bu anadil ve lehçelerin hepsinde
yayın yapması mümkün değil.
Bu durumda devlet, zorunlu olarak, diller arasında bir
seçime gidecek bazı dilleri seçip onlarda yayın
yaparken, geri kalanları ise bundan mahrum bırakacaktır.
Hangi kriterler gözetilerek böyle bir seçime gidileceği
sorunu önemli bir sorundur. Ama daha önemlisi, devletin
yayın yaptığı dilleri konuşanların belirli bir
ayrıcalığa sahip kılınması karşısında, yayın dışı
bırakılan dilleri konuşanların ise kendilerini dışlanmış
hissetmeleridir. (Nitekim TRT'nin uygulaması bunu
doğrular: TRT, Boşnakça, Arapça, Kırmanci, Çerkezce ve
Zazaca program yayımlamaya başladı. Bunun üzerine
Lazlar, kendi dillerinde yayın yapılmamasını sert dille
eleştirdiler.)
Bu, devletin meşruluk temellerini zedeler; çünkü devlet,
ancak farklı toplumsal kesimlere eşit mesafede bulunduğu
ölçüde meşruluğunu idame ettirebilir. Oysa burada bu
ilkenin bariz bir ihlali söz konusudur.
II) Temel bir hakkın tanınması, ve özellikle bu
hakkın yoğun olarak Kürtler tarafından kullanılması,
gündeme geldiğinde devletin standart hale gelen bir
davranışı var:
Bu hakkı yasayla tanımak ama kullanımını yönetmeliklerle
imkânsız kılmak. Anadilde yayın meselesi, bu davranışın
tipik bir örneğini oluşturuyor. Şöyle ki; farklı dil ve
lehçelerde yayın, 'Türk Vatandaşlarının Günlük
Yaşamlarında Geleneksel Olarak Kullandıkları Farklı Dil
ve Lehçelerde Yapılacak Radyo ve Televizyon Yayınları
Hakkında Yönetmelik'e göre yapılıyor. (Yönetmeliğin
ismindeki yaratıcılığa dikkatinizi çekerim.) Yürürlük ve
yürütme maddeleriyle birlikte toplam 13 madde olan 25.
01. 2004 tarihli bu yönetmelik, farklı dil ve
lehçelerdeki yayına ilişkin üç önemli sınırlama ihtiva
eder:
a. Yayıncı açısından: Yönetmelikte, ancak ulusal
yayın lisansına sahip radyo ve TV kuruluşlarının farklı
dil ve lehçelerde yayın yapabileceği belirtilmiş; yerel
yayın yapan radyo ve televizyonlara ise bu hak
tanınmamıştır.
b. İçerik açısından: Yönetmelikte, farklı dil ve
lehçelerdeki yayınların sadece yetişkinlere yönelik
olması; bu dil ve lehçelerin öğretimine yönelik yayın
yapılmaması hükme bağlanmıştır.
c. Süre açısından: Yönetmeliğe göre, radyolar
günde 60 dakikayı aşmamak üzere haftada 5 saat,
televizyonlar günde 45 dakikayı aşmamak üzere haftada 4
saat yayın yapabilecektir.
Anadilde yayını fiilen imkânsız hale getiren bu
yönetmeliğe karşı iki dava açıldı. Diyarbakır
Barosu'nun, yönetmeliğin 4. maddesi, 5. maddesinin 2, 3,
4 ve 5. fıkraları, 6. maddesinin a bendi ve geçici 1.
maddesinin iptali ve yürütmenin durdurulması istemiyle
açtığı dava Danıştay tarafından,
'Baro dava ehliyetine sahip olmadığı' gerekçesiyle
reddedildi. Diyarbakır'da yerel yayın yapan Gün TV'nin
açtığı dava ise halen Danıştay'ın önünde. Eğer bu davada
da iptal çıkmazsa, farklı dillerdeki yayınlara ilişkin
sınırlamalar devam edecek.
Bünyesinde bu sınırlamaları taşıyan bir yönetmelikle,
anadilde yayın yapabilmenin imkanı yoktur. Reklam
gelirleriyle yaşayan ulusal radyo ve televizyonların,
sadece belirli bir kesimin ilgi göstereceği bir anadil
veya lehçede yayın yapmayacağı aşikârdır. Yaparlarsa
reklam gelirlerini kaybeder ve varlıklarını devam
ettiremezler. Anadilde yayın, ancak yerel yayın yapan
radyo ve televizyonlar aracılığıyla yapılabilir.
Yönetmelikte olduğu gibi, bu kuruluşların yayın
yapmasını engellemek, aslında anadilde yayın yapılmasını
fiilen yasaklamakla eşanlamlıdır. Öte yandan, sadece
yetişkinlere yönelik olup çocukları gözetemeyen, yayın
yapılan dili öğretemeyen ve yarım saatle sınırlandırılan
bir yayına ne kadar yayın denebilir, o da ayrı bir
sorun.
Yasakçılığın işlevsel yanı yok
Kaldı ki, bu sınırlayıcı ve yasakçı tutumun işlevsel bir
tarafı da yok. Bugün ülkenin en yoksul kesimlerinin
yaşadığı semtlerde dahi çatılar dijital çanak antenlerle
dolu. Bu antenler sayesinde, bir Kürt, Boşnak, Ermeni,
Gürcü, vb., dünyanın neresinde yapılırsa yapılsın, kendi
anadilindeki yayınlara son derece rahat bir biçimde
ulaşıyor. Dolayısıyla, çağın iletişim olanakları
karşısında bu özgürlük korkusunun, bu yasak
seviciliğinin pek bir hükmü kalmıyor; ama komik kaçtığı
da muhakkak.
Bu itibarla yapılması gereken bellidir: Devletin,
ülkedeki tüm anadillerde ve dahi lehçelerde hizmet verme
zorunluluğu yoktur. Devlet, mutlaka yapacaksa, resmi
dilde yayın yapmalıdır. Devlet, anadilde yayın
yapılmasının önündeki yasakları kaldırmalı, anadilde
yayını (ve dahi eğitimi) topluma bırakmalı ve
denetlemekle yetinmelidir... |