|
|
................... |
|
................... |
ULUSLARARASI İLİŞKİLERDE
GÜÇ KAVRAMI
|
Doç. Dr. Haluk
Özdemir
Kırıkkale
Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi
Ankara Üniversitesi SBF Dergisi, 63-3 |
|
|
................... |
|
................... |
Çok Boyutlu Bir Değerlendirme
Uluslararası politika analizlerinde ve uluslararası ilişkiler
teorilerinde sıkça başvurulan en temel açıklayıcı kavram
güçtür. Geniş bir yelpazeye yayılan teorik yaklaşımlar,
açıklamalarında bu kavrama merkezi bir önem atfetmektedir.
Genellikle yüzeysel bir şekilde realist yaklaşımla
özdeşleştirilen güç kavramı aslında idealist yaklaşımlarda da
önemli bir yer tutar. İdealist yaklaşım da uluslararası
ilişkilerde gücün önemini kabul ederken, güç mücadelelerinin
savaş-dışı ve özellikle ekonomik yöntemlerle
yürütülebileceğini savunur. Marksizm ve feminizm gibi
eleştirel teorilerin analizlerinin odak noktasında da yine güç
ve güç ilişkileri vardır. Eğer güç merkezli bir uluslararası
ilişkiler yaklaşımı ile yalnızca realizm özdeşleştirilmiş
olsaydı herkes realist olurdu. Realizme özgü olan asıl
varsayım, gücün yalnızca kaba somut uygulamalar (“brute
material forces”) yoluyla sonuç doğurabileceğidir (WENDT,
2006: 97). Diğer yaklaşımlar da analizlerinde güce merkezi bir
yer vermekte, ancak tanımlarında kaba kuvvet yerine fikirlere
ve kültürel ya da kurumsal bağlamlara yaptıkları vurgu
nedeniyle realizmden farklılaşmaktadır.
Uluslararası ilişkiler anarşik bir ortamda, yani hukuk
kuralları koyarak bunları yaptırımlarla destekleyebilecek
merkezi bir hükümet veya otoritenin olmadığı bir ortamda
yürütülür. Bu durum her devleti kendi başının çaresine bakmaya
zorlamakta ve güvenlik konularında her devlet kendi
önlemlerini almaktadır. Böylesi bir ortamda güvenliği
sağlamanın en garanti yolu güçlü olmaktır. Ancak sıklıkla
vurgulanan “güçlü olmak” ya da “güce sahip olma gerekliliği”
ne anlama gelmektedir? Daha da önemlisi, sahip olunması
gereken güç nasıl bir şeydir? Dış politika analizlerinde ve
sistemin genel yapısına ilişkin değerlendirmelerde hemen bütün
yaklaşımların başvurduğu bir kavram olmasına karşın gücün
içeriği ve nasıl ölçülebileceği konusunda net bir uzlaşı
yoktur.
Nye’a (1990: 177) göre güç hava durumu gibidir; yani herkesin
hakkında konuştuğu ancak çok az insanın işleyiş mantığını
anladığı bir kavramdır. Uluslararası ilişkiler açısından son
derece önemli bir kavram olmasına rağmen güç konusunda yapılan
çalışmalar bu kavramın anlamını net olarak ortaya koymayı
başaramamıştır. Bu başarısızlığın temelinde çok karmaşık bir
kavramı teorik basitlikte ifade etmeye ilişkin bir ikilem
yatmaktadır. Kavram basitleştirildikçe anlamını kaybetmekte,
gerçeğe yaklaşan açıklamalar ise analize imkan vermeyen bir
karmaşıklıkta olmaktadır. Bu nedenle uluslar arası ilişkilerin
en temel analitik birimi olan güç, genellikle en basit
şekliyle tanımlanmakta, bu da yapılan tanımları eksik
bırakmaktadır. Diğer sosyal bilimlerle karşılaştırıldığında
uluslararası ilişkiler teorisyenleri, sıklıkla başvurdukları
bu kavram üzerinde yeterince çalışma yapmamışlardır. Bu yüzden
de bu çalışmada güç kavramını anlamaya çalışırken uluslararası
ilişkiler alanı dışında, sosyoloji, siyaset bilimi ve
psikoloji gibi alanlarda yapılmış çalışmalara da
başvurulacaktır.
Bu çalışmanın amacı, daha iyi, anlaşılabilir ve kapsamlı bir
güç tanımlaması yapmak değil, bu konudaki çeşitli tartışmaları
ortaya koyarak hem güç kavramının neden tanımlanması zor bir
kavram olduğunu ortaya koymak hem de zaman içerisinde nasıl
evrildiğini göstermektir. Bu çalışmanın önemli bir diğer
amacı, gücün tam olarak anlaşılamamasının ortaya
çıkarabileceği sakıncaları da göstermektir. Bu makalenin temel
varsayımına göre, uluslar arası ilişkilerde gücün farklı
boyutlarda çeşitli uygulamaları vardır ve bunlar zamana göre
de değişmektedir. Bu değişkenliği gözardı eden açıklamalar
kavramın derinliğine nüfuz edemeyerek yüzeysel kalmaktadır.
Güç kavramının doğasının tam olarak anlaşılamaması, yüzeysel
analizlere dayanan ve zaman zaman metafizik unsurlar içeren
komplo teorilerine temel oluşturmaktadır. Bu da
uluslararası politikanın olduğundan farklı
algılanmasına ve yorumlanmasına yol açarak özellikle akademik
yaşamda uluslararası ilişkiler eğitimini
zorlaştırmaktadır.
Öğrenciler yüzeysel ancak daha çarpıcı öyküler sunan komplo
teorilerini daha çekici bulmakta, uluslararası politikanın
karmaşıklığını anlamaya çalışmakta isteksiz davranmaktadır.
Oysa karmaşık politik, sosyal ve kültürel ilişkileri ve
bunlardan kaynaklanan sorunları anlamak için sabırlı ve
özel bir araştırma çabası gerekir. Gücün doğasının
anlaşılması, bu yönde atılabilecek yalnızca küçük ancak son
derece önemli bir adımdır. Makalenin ilk bölümünde güç kavramı
hakkındaki genel tartışmalar sunularak özellikle uluslararası
politika açısından gücün anlamı irdelenmeye çalışılacak ve
tanıma ilişkin zorluklar ortaya konacaktır. Daha sonra gücün
değişken nitelikteki içeriği, uygulamalarına ilişkin yöntemler
ve bunların doğurduğu sonuçların nasıl evrildiği
tartışılacaktır. Son kısımda da, gücün karmaşık ve kompleks
yapısını anlayabilmek için çok boyutlu olarak ve farklı
boyutları arasındaki ilişkilerin dikkate alınması gerekliliği
tartışılacaktır. Çünkü kavramın tam olarak anlaşılamamasından
kaynaklanan yüzeysel ve basit açıklamalar analitik sığlığa
neden olmaktadır.
Kavramsal Tartışmalar ve Tanıma İlişkin
Güçlükler
Hans Morgenthau uluslararası politikanın temel amacını güç
arayışı ve güç mücadelesi ile özdeşleştirip ulusal çıkarı da
güç kavramı ile tanımladıktan sonra realist yaklaşımın
açıklamalarının merkezine bu kavramı yerleştirmiştir. Ancak bu
kadar belirleyici olduğu varsayılan bu kavramın tam olarak ne
olduğunu ortaya koyamamıştır. Holsti (1964: 179),
Morgenthau’nun bu kavramı hem bir ilişki türü, hem
uluslararası politikadaki en temel amaç ve hem de istenenlerin
yaptırılabilmesi için amaca yönelik bir araç gibi farklı ve
belirsiz şekillerde kullanmasını eleştirmiştir. Holsti’ye göre
güç bir ülkenin, elindeki olanak ve yetenekleri ödül, ceza,
ikna ve zorlama gibi çeşitli stratejiler yoluyla kullanarak
karşı tarafın davranışlarını kendi çıkarları doğrultusunda
etkileme ve yönlendirme kapasitesidir. Ashley’e (1984: 272)
göre realist gelenekte bu kavram, hem diğer aktörleri etkileme
yeteneğine sahip olma (güce sahip olma – “to have power”) hem
de bu yetenekleri elinde bulunduran aktör (güç olma – “to be
power”) anlamlarında kullanılmıştır.
Gücü, unsurlarını ortaya koyarak tanımlamaya çalışanlar olduğu
gibi (Morgenthau, 1985: 127-164) izlenen politikaların
sonuçlarına bakarak bu kavramın içeriğini doldurmaya
çalışanlar da olmuştur (Dahl, 1957; Ward/House, 1988; Nye,
1990a: 155). Buna göre, coğrafya, doğal kaynaklar, endüstriyel
kapasite, nüfus, ulusal karakter, diplomasinin ve hükümetin
kalitesi gibi sahip olunan niteliklere bakarak güç yorumları
yapılabileceği gibi, sonuçlardan yola çıkarak hangi aktörün
hangisinin davranışlarını yönlendirebildiği, yani gücün nasıl
kullanıldığı da açıklanabilir. Fakat sonuçlara bakarak gücü
açıklamanın teorik anlamda analitik bir katkı yapmadığı
açıktır. Çünkü sonuçlara bakarak yapılacak analizler, tahmin
olanağı veren açıklamalar sunmaktan ziyade olaylar hakkında
geriye dönük mantıklı öyküler üretmeye yöneliktir. Bu şekilde
anlaşılan güç kavramı analitik olarak kullanışlı bir kavram
değildir.
Öte yandan gücün unsurları ya da sahip olunan kaynaklardan
yola çıkarak yapılan açıklamalar da yetersiz kalmaktadır.
Çünkü sahip olunan ya da kontrol edilen unsurlar her zaman
güçle özdeşleştirilen siyasal sonuçları doğurmayabilir. O
zaman da bu unsurlar birer potansiyel olarak kalır. Ayrıca
kontrol edilen kaynaklar kadar başkalarının sahip oldukları da
gücün tanımı açısından önemlidir. Yani güç aslında göreli bir
kavramdır ve ancak başka ülkelerin sahip olduğu kapasitelerle
karşılaştırıldığında anlamlı bir kavram haline gelebilir. Bu
karşılaştırma, az sayıda aktörün bulunduğu bir ortamda belki
kolayca yapılabilir, ama çok sayıda devletin karmaşık
ilişkileri içerisinde bu karşılaştırmayı yapmak sanıldığından
daha zordur.
Politik amaçlara yönelik olarak kullanılmayan kaynak veya
unsurların güç olarak nitelenip nitelenemeyeceği konusu tanıma
ilişkin temel sorunlardandır. Kullanılmayan ancak sahip olunan
unsurlar ancak potansiyel bir gücü tanımlayabilir. Oysa güç,
amaca yönelik kullanımla ilişkilendirilebilir. Güçten söz
edebilmek için onu oluşturan unsurların istenen sonuçları
doğurabilecek şekilde kontrolü ve kullanılması gerekir. Eğer
kullanılamıyorsa ya da istenen sonuç ortaya çıkmıyorsa
unsurların bir araya gelmesi güç yaratmaz. Gücün unsurlarının,
belirli bir irade doğrultusunda kullanılması ve sonuç elde
edilmesi gerekir. Gücün unsurlarını bir araya getirerek
politika aracı olarak kullanabilme yeteneğini Nye (1990: 178),
güç dönüştürme (“power conversion”) yeteneği olarak
nitelemektedir.
Gücün unsurlarını güce dönüştürme sürecinde önemli olan
kurumsal yapılar, pazarlık yeteneği ve tercihler tarafından
şekillendirilen siyasal süreçlerdir (Keohane/NYE, 2001:46).
Yani belirli unsurlar belli bir politikanın parçası olarak
kullanılmadıkları sürece gücü ortaya çıkaramaz, potansiyel
olarak kalır. Gücü bu şekilde ele alanlar, aslında onun
davranışsal bir kavram olduğunu, yani diğer aktörlerin
davranışlarını etkilemeye yönelik olarak kullanılan unsurların
toplamı olduğunu savunurlar. Ancak sorun bu kadar basit
değildir.
Güç kavramının tanımlanmasına ilişkin iki temel zorluktan söz
edilebilir. Birincisi, güç kavramının geniş kapsamı ve
belirsiz niteliğinin, tanımlamalarda çok sayıda unsurun
dikkate alınmasını zorunlu kılması ile ilgilidir. Yukarıda
genel olarak ifade edilen unsurlar kendi içlerinde
ayrıntılandırıldığında bir ülkenin sahip olduğu nitelik ve
niceliğe ilişkin hemen hemen her şey gücün tanımına
girmektedir. Üstelik eğitimin ve diplomasinin kalitesi gibi
bazı unsurların güce nasıl dönüştüğünün somut bir şekilde
açıklanması da kolay değildir. Bu da gücü daha belirsiz ve
tanımlanması zor hale getirmektedir. Tüm bunlara ek olarak
gücün unsurlarının elde bulundurulmasının güçlü olmak anlamına
gelmeyeceğini ileri sürenler de vardır. Buna göre bu unsurlara
ek olarak bir de siyasi irade olarak ifade edilebilecek eldeki
gücün kullanılma niyeti olmalıdır. Kullanılma niyeti olmayan
güç uluslararası politika analizlerinde bir anlam ifade etmez.
Örneğin Amerikan gücünün uluslar arası
politikada anlam ifade etmesi için sahip olduğu gücün
gerektirdiği rolleri üstlenme niyetinin İkinci Dünya
Savaşı’nın ardından ortaya çıkması gerekmiştir.
Tanıma ilişkin ikinci zorluk, gücün zaman ve sistemik
ilişkilerin yapısına göre değişken nitelik ve içeriğinden
kaynaklanmaktadır. Örneğin, uluslar arası hukuk kurallarının
ve iletişim teknolojilerinin bugünkü kadar gelişmediği
dönemlerde askeri unsurlar gücün ana içeriğini oluştururken,
bugün diplomasinin kalitesine ek olarak bilgi kaynakları ve
iletişim süreçleri üzerindeki kontrol, gücün temel niteliğini
oluşturmaktadır. Küreselleşmeyle birlikte ekonomik ilişkilerin
ön plana çıkması askeri güç ve resmi ilişkilerin ağırlığını
kaybetmesine, onların yerine ekonomik unsurlar ve devlet-dışı
aktörlerin ön plana çıkmasına neden olmaktadır (Nye, 1990a:
156-157; Barber, 1996: 23-34).
Ekonomik unsurların ön plana çıkmasıyla birlikte, örneğin
hiçbir ülkeye bağlılık hissetmeyen çok-uluslu şirketlerin
gücünün de tanımlamalara dahil edilmesi gerekmektedir.
Dolayısıyla zaman içerisinde uluslararası ilişkiler gibi güç
kavramı da evrim geçirmekte, onu tanımlayan unsurlar
değişmektedir. Aslında güçten söz edildiğinde ilk akla gelen,
onun şiddet veya zor yoluyla açığa çıkmasıdır. Bu anlamda
güçlü olmak, gerektiğinde şiddete başvurabilmeyi ifade eder.
Amerika’nın Soğuk Savaş sonrası süper güç konumunu
koruyabilmesi, deniz-aşırı operasyonlar yapabilme kapasitesine
sahip olan ordusu ile mümkün olabilmiştir. Hiç şüphesiz askeri
güç, ekonomik güçle desteklenmedikçe ya da ekonomik çıkarlar
askeri güçle korunamadıkça ne askeri ne de ekonomik güç tek
başına bir anlam ifade eder.
Gücün yalnızca şiddete ya da zorlamaya dayalı bir kavram
olmadığını vurgulamak amacıyla Hans Morgenthau (1985: 32-36)
askeri güçle siyasal güç arasında bir ayrım yaparak siyasal
gücü, insanın diğer insanların düşünce ve davranışları
üzerindeki kontrolü olarak tanımlamakta ve onun psikolojik bir
ilişki türü olduğunu belirtmektedir. Sahip olunan psikolojik
etki nedeniyle taraflardan biri diğerine istediklerini
yaptırabilmektedir. Gücü yansıtan psikolojik ilişkide
taraflardan birinin diğerinin isteklerini yerine getirmesini
sağlayan üç unsur olabilir: fayda beklentisi, dezavantaj
(zarar) korkusu ve kişi veya kuruma duyulan saygı veya sevgi.
Bu psikolojik etki eğer yaratılabilmiş ve bu tür bir ilişki
kurulabilmişse burada bir güç ilişkisinden söz edilebilir. Bu
ilişkide istenen sonuçlar, emirler, tehditler, karizma veya
bunların bir bileşeni kullanılarak elde edilebilir. Şiddete
başvurulması ise bu psikolojik ilişkiye son verir ve
istenenler zor yoluyla yaptırılmaya çalışılır. Ancak gücün
etkin kullanımı, fiilen şiddete gerek kalmadan fakat şiddet
uygulama olasılığını da içeren bir psikolojik etki yoluyla
mümkündür.
Güç kavramı, ilk bakışta algılandığı gibi sadece zorlama
içeren bir politika yöntemi ile ilişkilendirilmemelidir. Diğer
aktörlerin davranışlarının istenen şekilde yönlendirilebilmesi
için Baldwin’e (1989: 59-70) göre pozitif ve negatif
yaptırımlar yani ödül ve ceza yöntemleri uygulanabilir.
Pozitif ve negatif yaptırımlar arasında ironik bir ilişki de
vardır. Çünkü pozitif
yaptırımları niteleyen büyük ödüller zaman zaman kayıplarla
özdeşleştirilebilir. Büyük ödüllerin elde edilememe
riski, aktörler üzerinde kayıpların yarattığı psikolojik
etkiyi yaratabilir. Bu nedenle ancak belirli amaç, hedef ve
beklentiler bağlamında güçten söz edilebilir (Baldwin, 1989:
132-135; Waltz, 1967: 216).
Gücün tanımlanmasında, uzlaşmazlık konusu sorunun kapsamı,
bağlamı ve her aktörün soruna atfettiği önem ve ağırlık önemli
bir yer tutar. Bir amaca ulaşma kapasitesi ya da ona ulaşırken
elde edilecek kazanım veya uğranabilecek kayıplar gücün
tanımında önemli yer tutar. Bu da katlanılabilecek ve
katlanılması göze alınan her tür maliyetle ilgilidir. Çünkü
her aktör her konuya benzer ya da eşit önem vermemekte ve aynı
oranda kaynak ayırmamaktadır. Gücün bu şekilde çok yönlü
olarak ele alınması, başlangıçta oldukça basit gibi görünen
güç dengesi gibi analitik kavramların aslında ne kadar
sofistike olduğunu da göstermektedir. Bu nedenle gücün
unsurlarının somut, net ve evrensel olarak tanımlanması mümkün
değildir. Çok yönlü olarak ele alınan güç, bir aktöre ait
yetenekler ve kapasiteler değil, iki veya daha fazla aktör
arasında bağlama göre değişen gerçek veya algılamaya dayalı
bir ilişki türü olarak tanımlanabilir. Yani gücü, ele alınan
sorun ve aktörler bağlamında değerlendirmek gerekir.
Güç Kavramının Üç Boyutu
Güç kavramı üzerindeki çalışmalar Steven Lukes (1974)
tarafından üç boyutta sınıflandırılmıştır. Birinci boyut,
gücün gözlemlenebilir yönü üzerinde yoğunlaşıp birbiriyle
bağlantılı davranışların neden-sonuç ilişkilerini ortaya
koyar. Bu yaklaşım, gücü aktör davranışları arasındaki
ilişkiler yoluyla açıkladığı için davranışsal ya da ilişkisel
yaklaşım olarak da nitelendirilmektedir. Robert Dahl’ın (1957:
202-203) hemen her çalışmada başvurulan ünlü tanımına göre,
bir aktörün (A) aksi takdirde yapmayacağı şeyleri başka bir
aktöre (B) yaptırabilme kapasitesine güç denir. Buna göre
B’nin davranışının nedeninin A olduğunu göstererek aslında
A’nın B üzerinde güç kullandığını söylemiş oluruz. Bir aktörün
davranışının nedeni olarak başka bir aktörü göstererek gücü
tanımlamaya çalışan bu yaklaşıma göre güç, belirli bir aktörün
sahip olduğu kaynaklar veya yeteneklerle ilişkili bir
kavramdır.
Bazı yazarlara göre gücün tanımı konusunda çıkar kavramı iyi
bir başlangıç noktası olabilir. Lukes’a (1974: 32-33) göre,
bir aktörün diğerinin davranışlarını etkilemesi güçten söz
edebilmek için yeterli değildir. Bir güç ilişkisinden söz
edebilmek için taraflardan birinin (gücü kullanan tarafın),
diğerinin davranışlarını kendi çıkarlarına ters düşecek
şekilde yönlendirmesi gerekir. Yani A ülkesi, B’nin
yönlendirmesiyle kendi çıkarlarına aykırı hareket ediyorsa,
B’nin A üzerinde güç kullandığında söz edilebilir. Lukes’a
göre başka bir aktörün davranış değişikliğine neden olurken
kullanılabilecek ikna yöntemleri güç olarak nitelenemez. Çünkü
iknada davranışı değişen aktör belki de kendi çıkarına olan
bir durumu görmüş ve davranışını değiştirmiş olabilir.
Danışmanları bir yöneticiyi belirli bir karar almaya ikna
edebilirler ama bu, yöneticinin davranışını yönlendirmiş
olmalarına rağmen onların yönetici üzerinde güç kullandıkları
anlamına gelmez. Bu yaklaşımda taraflar arasında uzlaşmaya
dayalı politikalar güç tanımı içerisinde yer almamaktadır.
Dolayısıyla burada çıkar karşıtlığına dayalı bir çatışma,
gücün ön koşulu olarak ele alınmakta ve çıkar kavramı güç
tanımının içine sokulmaktadır. Burada gücün ölçütü tercihler
değil, çıkarlardır. Bu yaklaşımdaki temel sorun, gücün zararla
eşanlamlı olarak kullanılmış olmasıdır. Oysa zarar vermeden de
güç kullanımı ve davranışların manipülasyonu söz konusu
olabilir. Bir başka eleştiri de, çıkarların objektif olarak
tanımlanması konusunda yöneltilebilir. Bir aktörün kendi
çıkarlarına ters düşecek bir davranışta bulunduğunu
söyleyebilmek için onun çıkarlarını objektif olarak
tanımlayabilmemiz gerekir. Objektif çıkar tanımlamasına
ilişkin zorluklar nedeniyle taraflardan birinin çıkarlarına
ters düşen bir davranış gösterdiğinin saptanması da kolay
değildir. Lukes kavramın kolay anlaşılması ve
gözlemlenebilmesi amacıyla güç ve çıkar kavramlarını
ilişkilendirirken aslında kavramı daha
karmaşık hale getirmiştir.
Görüldüğü gibi burada da çıkar kavramı ile ilgili tartışmalar
karşımıza çıkmaktadır. Konuyu dağıtmamak amacıyla burada
kısaca birinci boyutunda gücün, doğrudan aktörlerin sahip
olduğu bir yetenek olduğunu ve kolaylıkla gözlemlenebilen
somut uygulamalarla karşımıza çıktığını söyleyebiliriz. Bu
bağlamda gücü, sonuçlar üzerinde kontrol kapasitesi, ya da
sonuçları belirleyebilme yeteneği olarak da tanımlayabiliriz.
Birinci boyuttaki güç çalışmaları daha çok karar verme
süreçleri, resmi kurumlar ve alınan kararların sonuçları
üzerinde durur. Bu nedenle de gücü somutlaştıran en önemli
unsur çok önemli kilit konularda karar verme süreçlerine
katılımdır.
Güce ilişkin çalışmaların ikinci boyutunda, gücün
gözlemlenmesi zor başka yönleri ve uygulamalarını göstermeye
yönelik çabalar ön plana çıkmaktadır. Peter Bachrach ve Morton
Baratz’ın “Two Faces of Power” çalışması, gücün ikinci
boyutunu ortaya çıkarmaya yöneliktir. Burada, diğer aktörler
üzerinde doğrudan etki, karar alma süreçlerine katılım ve
kararları yönlendirme gibi açık yöntemler yerine, kulis
çalışmalarıyla ve gözden uzak bir biçimde gündemin
belirlenmesi gibi kolaylıkla gözlemlenemeyen yöntemlere vurgu
yapılmaktadır. İkinci boyutta, gündemin kontrol edilmesi ve
belirlenmesi, tartışılacak sorun ve konuların kısıtlanması,
bir tarafın çıkarlarına hizmet eden ya da ona avantaj
sağlayacak ayrıcalıklardan yararlanma gibi eylemsiz ya da
kolayca gözlemlenemeyen güç uygulamalarından söz edilebilir.
Buna göre, gündem konularını belirli aktörler için güvenli
olacak konularla sınırlandırarak da güç kullanılabilir. Bu
yolla güce sahip olan aktörlerin tercihleri ve çıkarlarını
olumsuz etkileyebilecek konular gündeme bile gelmemektedir (Bachrach/Baratz,
1962: 948).
Bu yöntemler dışında bazı durumlarda karar almama ya da eyleme
geçmeme şeklinde uygulamalar da söz konusu olabilir. Buna göre
güç, daha önceden yaratılmış bir yapı veya sistem içerisindeki
kurumsal uygulamalar şeklinde karşımıza çıkar. Bu durumlarda
güç, gözlemlenecek bir çatışma veya tarafların doğrudan
doğruya karşı karşıya gelmesi söz konusu olmaksızın kullanılır
(Bachrach/Baratz, 1962: 949). Gücü somut kararlarda
gözlemlemeye çalışmak yerine, kararların alındığı kurumsal
çerçeveye bakmak gerekir. Bu durumlarda, yaratılan sistem
içerisinde “hakim değerler, siyasal inançlar, süreçler ve
kurumlar sürekli ve tutarlı bir şekilde bazı aktörlere
diğerleri karşısında çıkar sağlamaktadır” (Bachrach/Baratz,
1962: 950). Sistem bir kez kurulduktan sonra sistemik gücü
elinde bulunduran aktörler gücü göstere göstere kullanmaktansa
doğal ve günlük uygulamalar içerisinde gizleyerek aynı etkiyi
yaratmaya çalışırlar. Bachrach ve Baratz (1962: 952), bu
süreçleri “önyargıların mobilizasyonu” olarak adlandırmıştır.
Buna göre güç, belirli bir aktörün doğrudan sahip olduğu bir
kavram ya da yetenek değil, kurumsal yapıların izin verdiği
ölçüde kullanılacak ve yararlanılacak bir ilişki türüdür.
Görünmeyen baskı yöntemleri karşısında aktörler, yaratılan
kurumsal yapılara kolaylıkla gözlemlenebilecek bir şekilde
uyarlar (Isaac, 1992: 38). Yani gücün kullanımı kolayca
gözlemlenemez, ancak onu yaratan kuralların uygulandığı ve
ihlal edildiği durumlar açıkça gözlemlenebilir.
Gücü tanımlamaya yönelik çalışmaların üçüncü aşamasında güç
kavramı üç boyutlu olarak tanımlanmaktadır. Üçüncü boyutu
tanımlayan en önemli unsur, yalnızca gündemin değil,
aktörlerin tercihlerinin şekillendirilmesidir. İlk iki
boyuttan farklı olarak burada güç yalnızca davranışsal ya da
ilişkisel bir kavram olarak ele alınmakla kalmaz, aynı zamanda
kurumsal, algısal ve/veya geleneksel süreçlerden etkilenen
sistemik ya da yapısal bir kavram olarak da tanımlanır.
Lukes’a (1974: 22-23) göre “kararlar, insanların alternatifler
arasında bilinçli ve isteyerek yaptıkları tercihleri ifade
eder. Sistemik önyargılar ise belirli bireysel tercihlerin, ne
hedeflenen sonuçları ne de bilinçli seçimleri yoluyla harekete
geçirilir, yeniden yaratılır ve tekrarlanarak güçlendirilir.”
Sistemin yapısından kaynaklanan bazı özellikler aktörleri
belirli şekillerde davranmaya ve belirli kararları almaya
yönlendirir. Bunu yaparken aktörler bu yapıların farkında bile
olmaksızın aldıkları kararların tamamen kendi tercihleri
olduğunu düşünebilirler. Burada, alınabilecek olası kararların
sistemik önyargılar tarafından sınırlandırılması ve daha sonra
aktörlerin bu alternatifler arasında seçim yapması söz
konusudur. İkinci boyuttan farklı olarak bu boyutta aktörlerin
bilinçli politikalarla perde arkasında kendilerine avantaj
yaratma politikaları yoktur. Bunun yerine yerleşik düzenin
ilişki türleri bazı aktörleri güç konumuna yerleştirirken
diğerlerini otomatik olarak daha dezavantajlı konuma iter. Bu
ilişkilerin devam ettirilmesi, var olan güç ilişkilerinin de
devamı anlamına gelir.
Jeremy Bentham’ın (1995) çalışmalarından çıkarılan “panoptik
güç” kavramı özellikle eleştirel teorisyenler tarafından
sıklıkla kullanılan ve gücün üçüncü boyutuyla
ilişkilendirilebilecek bir güç açıklamasıdır. Buna göre gücün
doğrudan uygulanması veya başkalarının görünen yöntemlerle
belirli davranışlara zorlanması söz konusu değildir. Çünkü
gücün bu tür uygulamalarının doğasında, ona karşı bir direniş
de vardır (Barbalet, 1985: 531- 548). Bu direniş nedeniyle de
güç genellikle çatışma ile özdeşleştirilir. En etkin güç
kullanımı güçten etkilenenler tarafında direnişe neden olmayan
yöntemlerle yapılır. Direnişin nispeten ortadan kalktığı
durumlar gücün göze çarpmayan yöntemlerle ve belirli bir
aktöre iliştirilmeden kullanıldığı durumlardır. Bunun
yapılabilmesi için de aktörlerin,
ilişkilerin yürütüleceği bir kurumsal yapı üzerinde uzlaşması
ya da bu yapıyı kabul etmesi gerekir. Bu nedenlerle eleştirel
teorisyenler fikirlerin cazibesini bir güç unsuru olarak
niteler.
Oluşturulan yapılar ve ortaya atılan fikirler yoluyla ve bu
yapıların gereği olarak aktörlerin belirli davranış
kalıplarının kendi çıkarlarına olduğunu düşünmesi sağlanır.
Böylece güç, görünmez bir şekilde uygulanır. Bu kavramı
açıklayabilmek için Bentham “Panopticon” adını verdiği bir
hapishane tanımlar. Bu hapishanede gardiyanlar tarafından
bütün odalar ve mahkumların her hareketinin gözlemlenebileceği
şekilde büyük pencereler vardır.
Gardiyanlar mahkumların her hareketini gözlemleyebilirken,
mahkumlar o anda gözlemlenip gözlemlenmediklerinden emin
olamadıkları gibi aralarındaki duvarlar nedeniyle
birbirleriyle iletişim de kuramazlar. Bu yapı oluşturulduktan
sonra mahkumların kurallara uyup uymadıklarının gözlemlenmesi
belirli bir aşamadan sonra gereksiz hale gelir. Çünkü
mahkumlar gözlemlenmedikleri halde kural ihlali durumunda
karşılaşabilecekleri sonuçları riske etmemek için istenen
şekillerde davranmaya başlarlar. Görünüşte bir zorlama ya da
baskı yoktur. Mahkumlar kurulan düzenin gereği olarak
kendilerinden istenen davranışları kendi iradeleri ile
göstermektedir.
Ashley’e (1983: 525-526) göre panoptik yöntemler aynı zamanda
bir konsensusa dayandığı için bu tür güç uygulamalarına karşı
direniş de kırılmış olur. Zindan ve hücre sistemine (zor ve
şiddet kullanımı olarak yorumlanabilir) göre daha kabul
edilebilir olan bu açık sistem aynı zamanda herkesin üzerinde
uzlaştığı bir yapıdır. Buradaki cazip fikir açıklık ve
özgürlük duygusudur, oysa burada da güç etkin bir şekilde
ancak daha az hissedilerek uygulanmaktadır. Kratochwil, bazı
aktörleri dezavantajlı (güçsüz) konuma ittiği halde ortak
kural ve ilkeler üzerinde nasıl uzlaşmaya varılabildiğinin
sorusunu alternatif maliyetlerle açıklar. Uzlaşmanın olmadığı
durumda sürekli çatışma (savaş) ve belirsizlik olacaktır. Oysa
belirli normlar çerçevesinde hareket edilmesi, katlanılan
dezavantajlar ve maliyetlere rağmen şiddet kullanımı
olasılığını ve güvensizliği azaltmaktadır. Ancak gücün
olağanüstü bir şekilde kötüye
kullanılması veya çok büyük bir haksızlığa uğranması durumunda
bu konsensüs bozulabilir (Kratochwil, 1984: 693). Normalleşen
ilişkilerin sona ermesi bizi tekrar gücün birinci boyutuna
yani gözlemlenebilen bir çatışma ilişkisi olarak güç
uygulamalarına götürür.
Gücün panoptik uygulamalarında asıl olan zorlama değil, gözlem
yoluyla disiplindir (Der Derian, 1990: 303-304). Oluşturulan
yapıların varolan ilişki türlerini (güç ilişkileri)
normalleştirmesi ve daha sonra bu ilişki türlerinden bir sapma
olup olmadığının denetlenmesi ve gözlemlenmesi söz konusudur.
Burada gözlem ve denetleme, varolan ilişki biçimlerinin ve
aktörlerin sistem içerisinde sahip oldukları konumların
ihlalini denetleyen en önemli güç aracıdır. Örneğin nükleer
silahlara sahip ülkeler olduğu halde bunları elde etmeye
yönelik çalışmaların uluslararası denetim altında olması gibi
varolan güç ilişkileri yapının devamı yoluyla sürdürülür.
Bunun dışına çıkan her politika uluslararası güvenliğe yönelik
bir tehdit olarak yorumlanır.
Gücün ikinci boyutunda olduğu gibi üçüncü boyutunda da
gündemin kontrolü önemli bir güç aracıdır. Ancak gündemin
belirlenmesi (ya da belirli konularla sınırlandırılması)
yalnızca bireysel kararlarla olmaz. Kitle iletişim araçlarının
ve bilginin kontrolü ile sosyalizasyon süreçleri de tercihleri
şekillendirir. Bu süreçler kolektif olarak işler ve aslında
hiçbir aktörün tam olarak kontrolünde değildir. Ancak bu
durum, işleyen süreçlerin ve varolan yapıların bazı aktörleri
güç konumuna yerleştirirken diğerlerini daha etkisiz konumlara
ittiği gerçeğini de gözardı etmez. Yani güçlü, gücü her zaman
kendisi elde etmez, yapılar ona gücü verir.1 İkinci boyutta,
bu tür kontrol edilemeyen yapısal süreçler gözardı edilmiştir.
Gündemin ve sahip olunduğu düşünülen alternatiflerin bazı
taraflara avantaj sağlayacak şekilde sınırlandırılması yoluyla
bir güç ilişkisi ortaya çıkmaktadır. Aktörler, kendi
tercihleri sandıkları kararlarının aslında sistem ya da
kurumsal yapı tarafından şekillendirildiğinin farkında
değildir. Ya da verdikleri kararların yapıların zorlamasıyla
değil de kendi iradeleri ile alındığını ve rasyonel bir
davranışın sonucu olduğunu düşünürler. Oysa var olan yapının
kuralları onları asimetrik bir ilişkinin içine sokar. Burada
yine taraflar arasında domine etmeye yönelik bir ilişki türü
vardır ve domine edilen taraf bunu kabul etmiş, doğal ve 1 Güç
sahibi olmak, aktörün kendi politikaların sonuçlarının
yanısıra yapısal ve kurumsal ilişkilerin aktöre sunduğu
avantajları da ifade ettiği için güç kavramının güç verme
kaçınılmaz bir durum olarak algılamış ve razı olmuştur. Sosyal
ve sistemik önyargılar aktörlerin bilinçsiz tercihleri ve
uygulamaları nedeniyle tekrar tekrar yaratılmakta ve bazı
aktörler lehine sonuç doğurabilmektedir. Gücün üçüncü boyutu,
sistemik ve sosyal uygulamalar yoluyla perde arkasında işleyen
ve gözlemlenmesi çok daha zor uygulamaları kapsamaktadır.
İki boyutlu yaklaşıma göre eğer taraflardan biri durumundan
şikayet etmiyorsa burada isteyerek yapılan uygulamalar olduğu
varsayılır (Lukes, 1974:24). Yani taraflardan birinin diğerini
bir davranışa yönlendirmesi, yani güç kullanması söz konusu
değildir. Oysa üçüncü boyut, güç kullanımından söz edebilmek
için tarafların şikayetlerinin gerekli olmadığını söyler.
Sistem, şikayete yol açmadan da güç ilişkisi yaratabilir.
Zaten gücün en etkin kullanımı şikayetlerle karşılaşmadan
olur. Bir başka deyişle gücün bir ve ikinci boyutları direnişi
onun ayrılmaz bir parçası olarak yorumlarken üçüncü boyut
direnişsiz bir güç kullanımının olabileceğini kabul eder. Yani
üçüncü boyutta sistemin ya da onun öngördüğü ilişki türlerinin
bir bütün olarak aslında gücün kendisi olduğu sonucuna
varılabilir. Sistem, gündemin ve tercihlerin şekillendiği,
izlenen politikaların sonuçlarının ortaya çıktığı genel
çerçeveyi ve sınırları belirlemektedir. Bu nedenle genel
olarak güç kavramının, özünde aktöre ilişkin bir kavram olsa
da her zaman doğrudan doğruya aktörlere iliştirilmemiş
olabileceği söylenebilir.
Uluslararası Politikada Güç İlişkilerinin Yapısı
Gücün üç boyutlu olarak ele alınması, uluslararası politikada
güç kavramının ve güç uygulamalarının anlaşılmasına katkılar
yapabilir. Ancak burada akılda tutulması gereken nokta, gücün
üç boyutundan hiçbirisinin diğer boyutları yadsımadığıdır.
Örneğin üçüncü boyuta ilişkin tartışmalar, aktörler tarafından
doğrudan kullanılabilen güç unsurlarını, yani birinci boyutu
inkar etmez. Uluslararası ilişkiler alanında güce ilişkin her
üç boyutu vurgulayan yaklaşımlar da vardır. Örneğin birinci
boyuta vurgu yapan klasik realizmin yanısıra ikinci ve üçüncü
boyutlara vurgu yapan neorealist, neoidealist ve eleştirel
yaklaşımlar uluslararası ortamın değişen yapılarına uygun yeni
güç tanım ve yaklaşımları geliştirmeye çalışmıştır.
Güce ilişkin çalışmaların ortak yönü, gücü doğrudan veya
dolaylı, gözlemlenebilir veya gözlemlenemeyen mekanizmalar
yoluyla mutlaka birileri üzerinde kullanılan bir araç olarak
ele almalarıdır. Aktörler açısından ele alındığında güç
kavramından iki farklı şekilde söz edilebilir: birincisi, bir
şeyi yapabilme kapasitesi veya yetenek olarak güç (“power to”)
ve ikincisi, birisi üzerinde kontrol sağlanması olarak güç (“power
over”). Yukarıdaki tartışmalar, bu iki anlamı da iç içe geçmiş
bir şekilde kullanırken aslında gücü, başkaları ve onların
davranışları üzerinde bir kontrol mekanizması olarak
değerlendirmektedir. Örneğin, Jeffrey Hart (1976: 289-305),
gücü, kaynaklar üzerinde, aktörler üzerinde ve olaylar ve
sonuçlar üzerinde kontrol olmak üzere üçlü bir kapasite
sınıflandırmasına giderek tartışmaktadır. Kaynaklar ve
aktörler üzerindeki kontrolün aslında güce ulaşmada bir araç
olduğunu ve gücü asıl tanımlayan kapasitenin olaylar ve
sonuçlar üzerinde kontrol olduğunu vurgulamaktadır. Çünkü
olaylar ve sonuçları etkilemeyen kontrol güç olarak
nitelendirilemez. Kaynakların ve aktörlerin kontrolü olarak
güç, istenilen sonuçlar elde edilemediği sürece çok anlamlı
değildir. Çünkü güç büyük ölçüde elde edilmek istenen
sonuçlarla ilgilidir.
Kaynaklar, aktörler ve sonuçlar üzerinde kontrol tartışmaları,
potansiyel ve gerçek güç ayrımı ile yakından ilişkilidir.
Kaynakların ya da unsurların kontrolü “potansiyel gücü,” bu
unsurların aktörler üzerinde sonuca yönelik bir etkiye
dönüştürülmesi ise “gerçek gücü” ifade eder (Baldwin, 1979,
163-169). Bu bağlamda gücü tanımlayan unsurları elinde
bulunduran devletlerin bunu güce dönüştüremediği ve bazen
zayıf devletler karşısında geri adım attığı görülebilir. Bu
tür durumlara getirilebilecek ilk açıklama, yine Baldwin’e
göre “dönüştürme süreci” (“power conversion process”) kavramı
ile yapılabilir. Dönüştürme süreci, aktörün elindeki
kaynakları güç haline getirmek için izlediği yolları ifade
eder. Güçlünün başarısız olduğu durumlar da bu dönüşüm
sürecinde aktörün isteksizliği veya beceriksizliği yoluyla
açıklanabilir (Baldwin, 1979: 163).2 Ancak bu açıklamayı
yeterli ya da tatmin edici bulmayan Baldwin, güç kavramını
daha iyi tanımlayan “politika bağlamı çerçevesi” (“policy
contingency framework”) kavramını ortaya atmıştır.
“Politika bağlamı çerçevesi” gücün işleyiş mantığını anlama
konusunda bize yardımcı olacaktır. Çünkü gücün genel geçer ve
evrensel unsurlarının tanımlanması imkansızdır. Bir politika
bağlamında güç unsuru olan bir faktör başka bir politika
bağlamında tamamen önemsiz olabilir (Baldwin, 1979: 164).
Politika bağlamı belirlenmemiş ise etkin sonuç doğuran her
türlü politika ve kullanılan her türlü araç güç unsuru olarak
değerlendirilebilir. Politika bağlamı çerçevesinin
tanımlanmasında kapsam, bağlam ve sahip olunan kaynakların
önemi/ağırlığı (“scope, domain, and weight”) önemli bir rol
oynar. Kapsam (“scope”) kimin hangi konularda etkin olduğu ile
ilgilidir. Gücün her konu ve her sorun bağlamında ayrı ayrı
değerlendirilmesi gerekir. Çünkü spesifik bağlamda bazen
askeri, bazen ekonomik ve bazen teknolojik güç unsurları ön
plana çıkabilir. Örneğin ticaretle ilgili görüşme ve
pazarlıklarda askeri güç 2 Aynı kavram, kompleks karşılıklık
bağımlılık kavramını açıklarken Keohane ve Nye (2001)
tarafından da kullanılmaktadır.
tamamen devre dışı kalabilirken, strateji ve güvenlikle ilgili
konularda ekonomik güçten daha çok askeri güç ön plana
çıkmaktadır. Her konu kapsamında güç dengesi farklı şekillerde
ortaya çıktığı için de gücün tanımı açısından ele alınan
konunun kapsamı mutlaka saptanmalıdır. Bağlam (“domain”) ise,
kimin hangi aktörler üzerinde etkide bulunduğu, yani bir
aktörün etki altına alabileceği aktörlerin sayısı ya da
etkisini gösterebileceği coğrafi alan ile ilgilidir. Aktörler
farklı coğrafyalarda farklı derecelerde güce sahip olduğu için
coğrafi alan mutlaka dikkate alınmalıdır. Örneğin ABD ve
Fransa’nın sahip olduğu güç Latin Amerika’da ayrı Avrupa’da
ayrı değerlendirilmelidir. Güç değerlendirmelerinde dikkate
alınması gereken üçüncü unsur olan kaynakların önemi/ağırlığı
(“weight”) ise bir aktörün diğerlerinin davranışlarını
şekillendirme olasılığını yani elindeki kaynakların sonuca
etki potansiyelini ifade eder (Baldwin, 2002: 178).
Baldwin’e göre güç her bir politika bağlamında ayrı ayrı
değerlendirilmelidir. Gücün kapsam, bağlam ve miktarını analiz
edebilmek için “kim, kime, hangi araçlarla, nerede, ne zaman
ve hangi maliyetlere katlanarak, hangi başarı oranında, ne
yaptırmaya çalışıyor?” sorusunu yanıtlamak gerekir (Baldwin,
1984: 497). Gücün varlığından ancak belirli bir amaç ve hedef
bağlamında söz edilebilir (Baldwin, 1989: 132-135). Bu nedenle
gücü, genel geçer ve evrensel unsurlar yoluyla tanımlamak
yerine çok boyutlu olarak her politika bağlamında yapıya ve
tarafların sahip oldukları avantajlara bakarak ele almak
gerekir. Her aktör gücün farklı unsurlarını kontrolü altında
bulundurduğu için elindeki kaynak ve yeteneklere dayanarak
diğerleri üzerinde etki yaratmaya çalışır.
Ancak gücün tek amacı kontrol (kaynak ya da diğer aktörlerin
kontrolü) değildir, çünkü güç belirli amaçlara ulaşmak için
kullanılır. Başkalarını veya çeşitli kaynakları kontrol altına
almak veya onları yönlendirmek ancak bu amaçlara ulaşabilmek
için birer araç veya yöntem olabilir. Bu nedenle politika
bağlamının yanısıra sorunlar arasında kurulabilecek stratejik
bağlantıları da güç değerlendirmelerine katmak gerekir. Robert
Art (2004: 8-20), sorunlar arasında geçişkenlik unsurunun
önemine dikkat çekerek gücün unsurlarının aynı zamanda para
gibi farklı şeylere dönüşebileceğini (“mübadele argümanı –
fungibility argument”) ileri sürmektedir. Örneğin, askeri güç
caydırıcılık konusunda önemli bir rol oynar ancak uluslararası
ticaret görüşmelerinde bir güç unsuru olarak
değerlendirilemez. Fakat Art’a göre belirli bir konu güç
unsurlarının mübadele edilebilirliği (“fungibility argument”)
konusundaki tartışmalar için bkz. Keohane (1986: 186-188), Nye
(1990a: 159-160), Baldwin (1979: 165-171). bağlamında ilgisiz
gibi görünen güç unsurları paranın değişim niteliği gibi güce
dönüşebilir, yani istenen sonucu satın alabilir.
Bu iki şekilde gerçekleşebilir: Birincisi taşma etkisi (“spill-over
effect”) yani belirli bir politika çerçevesindeki ilişkilerin
başka politika alanlarındaki davranışları da
şekillendirmesidir. Örneğin ABD’nin yarattığı güvenlik
şemsiyesi altında batıda ortaya çıkan karşılıklı ekonomik
bağımlılık bugünkü ekonomik sistemi ortaya çıkarmıştır. Bu
sistem de ABD’ye ekonomik olarak avantajlı bir konum
sağlamıştır. Ya da Hollywood (kültürel güç) etkisiyle tüketim
alışkanlıklarının değişerek Amerikan mallarına olan talebin
artması (ekonomik güç) bu tür taşma etkilerine örnek olarak
gösterilebilir.
Güç unsurlarının mübadelesi yoluyla güç alanını genişletmenin
ikinci yolu, sorunlar arasında bağlantı stratejileri (“linkage
politics”) yoluyla belirli bir politika bağlamındaki güç
unsurunun başka bir politika bağlamına taşınmasıdır. Bu, daha
çok zayıf devletlerin kullandığı bir stratejidir. Jeopolitik
konumunu kullanarak güçlü devletlerden askeri veya ekonomik
tavizler koparılması buna örnek gösterilebilir. Farklı bağlam
ve boyutlar arasında bağlantılar kurabilmek için (örneğin
askeri gücün ekonomik bağlamda kullanılabilmesi), sahip olunan
kaynakları güce dönüştürme stratejilerine ek bazı diplomatik
ve siyasal yetenekler de gereklidir. Sahip olunan kaynakların
etki alanını genişleterek güç elde etmek ancak bu yeteneklerle
mümkün olabilir. Aktörlerin sahip oldukları niteliklerin
yanısıra, istenen politikaların izlenebilmesine olanak
sağlayan ve uluslararası sisteme özgü koşullar da aslında bir
güç unsuru olarak algılanabilir. Gücün bu durumlara ilişkin
boyutlarını vurgulayanlar, kavramın sistemik niteliğini ön
plana çıkaran uluslararası ilişkiler teorilerinin “neo”
versiyonları olmuştur. Güç kavramının sistemik ya da aktöre
ilişkin bir kavram olup olmamasının yanısıra uluslar arası
ilişkiler teorilerinin politika bağlamında gücü algılama
şekilleri de farklıdır.
Uluslararası İlişkiler Teorilerinde Güç Kavramı
Klasik realizm, politika bağlamında güç kavramını caydırıcılık
yeteneği olarak yorumlamaktadır. Güvenlik ve gücün eşanlamlı
olarak kullanılması ve gücün askeri güce daha fazla vurgu
yapılarak bir amaç olarak ifade edilmesinin nedeni budur.
Objektif bir ulusal çıkar kavramının güç yoluyla
tanımlanmasının ardında da yine gücün özde caydırıcılığa
dayandığı varsayımı yatar. Çünkü en somut ve objektif olarak
tanımlanabilecek ulusal çıkar tanımı, saldırıların
caydırılmasıyla ifade edilebilir. Gücün diğer maddi
unsurlarını (coğrafya, doğal kaynaklar ve endüstriyel kapasite
gibi) güçle ilişkilendiren asıl unsurun askeri hazırlık
derecesi olduğunu belirtirken Morgenthau (1985: 139) aslında
caydırıcılık kapasitesinin güç açısından önemini de
vurgulamaktadır.
Morgenthau’nun gücü tanımlarken caydırıcılığı ön plana
çıkardığının bir başka kanıtı da gücün kullanım şekillerini
sınıflandırmasında bulunabilir. Buna göre güç, mevcut durumu
ya korumaya (statüko), ya değiştirmeye yönelik emperyalist
politikalar için, ya da prestij amacıyla kullanılır (Morgenthau,
1985: 52-53 ve 71-100). Emperyalist politikaların saptanması
çoğunlukla zordur, çünkü bu politikalar ideolojik perdelerin
arkasına gizlenerek yürütülür. Diğer iki yöntemin özünde ise
diğer aktörleri caydırma amacı yatar. Burada caydırıcılıktan
anlaşılması gereken, kendi ulusal çıkarlarına zarar
verebilecek diğer aktörlerin olası hareket alanlarının
daraltılmasıdır.
Morgenthau (1985: 32) gücü, diğerlerinin düşünce ve
hareketleri üzerindeki kontrol olarak tanımladığı için klasik
realizmin bu tanımının, Dahl’ınkiyle (1957) örtüştüğü
söylenebilir. Buna göre devletlerin arzuladığı en temel sonuç
güvenlik, yani diğer aktörlerin politikalarını değişime
zorlayarak saldırganlıkların caydırılmasıdır. Caydırıcılık,
diğer aktörlerin belirli davranışlara yönlendirilmesini
içerir. Carr da (2001: 109), en son kullanılacak güç
yönteminin savaş olduğunu söylerken, gücün caydırıcılığa
dayandığını ima etmiştir. Carr’a göre askeri gücün önemi, onun
bir son çare olmasından kaynaklanmaktadır. Bir anlamda askeri
yöntemlere başvurulması bir güç gösterisi değil,
caydırıcılığın başarısız olduğunu gösteren bir son çare, yani
gücün sınırlarının çizildiği bir durumdur. Yine Morgenthau’nun
(1985: 33), gücü taraflar arasında “psikolojik bir ilişki”
olarak tanımlaması klasik realizme göre kavramın özünde şiddet
ve askeri güç kullanımının değil, caydırıcılığın yattığına
ilişkin bir işarettir. Buna göre askeri güce yani şiddete
başvurulması bu psikolojik ilişkiyi sona erdirir. Aslında daha
önce de vurgulandığı gibi gücün etkin kullanımı, şiddet ya da
zorlama yoluyla değil, yaratılan psikolojik etkiyle mümkündür.
Bu bağlamda klasik realizm, gücün birinci boyutu üzerine vurgu
yapar.
Neorealistler ise gücü tanımlarken aktör kapasitesinden ve
diğer aktörlerin davranışlarını değiştirebilme yeteneğinden
daha çok uluslar arası sisteme vurgu yaparlar. Buna göre güç,
sistemik kısıtlamalar çerçevesinde sahip olunan hareket alanı
ve başkalarının yetenekleri karşısında özerklik olarak
tanımlanmaktadır. Yani bir devlet uluslararası sistemin
kısıtlayıcı ve hareket alanını daraltıcı etki ve yapılarından
ne kadar az etkilenirse o kadar güçlü demektir. Bu bağlamda
hareket serbestisini sağlayan unsur, aktörün (devlet) sahip
olduğu niteliklerden daha çok sistemin yapısıdır.
Neorealistler aktör yeteneklerinin gücün tanımı içerisinde yer
aldığını kabul ederler ancak yetenekler gücü tanımlamada
yetersizdir. Çünkü sistemde tüm aktörlerin yetenek ve
konumları diğer aktörlere göre tanımlanır. Gücün tanımı
açısından yeteneklerin varlığı değil, diğer aktörlerle
karşılaştırıldığında ifade ettiği anlam önemlidir. Çünkü ancak
“birimlerin sahip oldukları yetenekler karşılaştırılarak bir
güç tahmini yapılabilir” (Waltz, 1979: 98). Aktör yetenekleri
sistem içerisinde eşit olmayan biçimlerde dağıtılmıştır ve bu
eşitsizlik uluslararası ilişkilerde gücü tanımlayan en önemli
unsurdur. Yani Waltz (1979: 192) gücü yeteneklerin dağılımı
olarak tanımlar. Sistemin yapısını tanımlayan yetenek
dağılımı, aktörlere hareket serbestisi ya da kısıtlamaları
yaratır. Bu yapı, sahip olunan yetenek ve kapasiteleri diğer
aktörleri yönlendirebilmek için kullanma fırsatları yaratır ya
da bunları ortadan kaldırır. Sonuçta güçlü olanlar karar verme
ve uygulama konusunda daha serbest hareket edebilir.
Waltz’a (1979: 191) göre güç, ne kaynaklar, ne aktörler ve ne
de olaylar üzerinde kontroldür, çünkü uluslararası sistem
kontrolü neredeyse imkansız hale getirir. Belli bir konuda bir
aktör diğeri üzerinde kontrol sahibi olabilir ama başka bir
konuda bu kontrol ilişkisi tam tersi olabilir. Yani kontrol ve
başkalarının davranışlarını değiştirebilme anlamında güç
aslında konudan konuya ve bağlama göre değişen bir kavramdır.
Bu yaklaşım, objektif ve genel geçer bir güç tanımı yapma
çabalarına bir katkı sağlamaz. Bir süper gücün sistemdeki en
güçlü aktör olmasının nedeni herkes üzerinde her konuda
kontrol sağlamış olması değil, o sistem içerisinde en fazla
hareket alanına sahip ülke olmasıdır. Nitekim, süper güçler
çoğu zaman kendi müttefiklerinin bile davranışlarını kontrol
edemeyebilir. Bu bağlamda Waltz, aslında aktörlerin genellikle
diğer aktörlerin davranışlarını istedikleri gibi
yönlendirmesinin zaten mümkün olmadığını söylemektedir. Bunu
yapamamak da aslında zayıflık
olarak yorumlanamaz çünkü Waltz’a göre gücün süreçleri ile
sonuçlarını birbirine karıştırmamak gerekir. Başkalarını
yönlendirebilmek gücün bir sonucudur. Güç, süreçlere etki
edebilme kapasitesini ifade eder ve sistemin yapısı gereği
sonuçlar her zaman belirsizdir (Waltz, 1979: 192).
Uluslararası sistemde bir aktör diğerinin davranışlarında
değişime neden olabilir. Başka bir aktörü sırf davranış
değişikliğine zorlayabilmiş olmak o aktörün daha güçlü
olduğunu göstermez. Güçten söz edebilmek için başkalarının
davranışlarını yalnızca değiştirmek değil, amaçlanan şekilde
bir davranış değişikliği yaratabilmek gerekir. Ancak Waltz’a
göre diğer aktörleri başlangıçta amaçlanan davranışlara
yönlendirmek de neredeyse imkansızdır.
Çünkü güçlü olduğu varsayılan aktörün başlangıçtaki niyetiyle,
sonuçta ortaya çıkan davranış arasına sistemik etkiler
girmektedir. Sistem, niyetlerle sonuçlar arasında bir ara
değişken (“intervening variable”) rolü oynamaktadır. Yani
niyetler ve politikalar, sistemik süzgeçten geçtikten sonra
diğer aktörler tarafından algılanmakta ve bu algılamalara
uygun politikalar üretilmektedir (Waltz, 1979: 74-75). Bu da
niyetlerin ötesinde ya da onlardan farklı sonuçlar
doğurabilmektedir. Eğer güç kontrol olarak tanımlanıyorsa,
istenen ve niyet edilen şekilde bir yönlendirme
başarılamadıktan sonra bu kapasiteyi güç olarak nitelemek
zordur. Sistemik etkiler nedeniyle gücü başka aktörler veya
olaylar üzerinde kontrol kapasitesi olarak tanımlayamayız. Bu
bağlamda Waltz’ın tanımı, gücün ikinci ve üçüncü boyutları ile
örtüşmektedir.
Waltz’a göre sahip olunan ya da kontrol edilen kaynaklar, ya
da diğer aktörlerin davranışları üzerinde etkide bulunmak,
gücün tanımı açısından sadece araçsal bir rol oynar; onu
tanımlayamaz. Kaynakları veya aktörleri kontrol altında tutan
bir aktör istediği sonuçları yaratmak için onları kullanmıyor
ya da zorlayamıyorsa güçlü olduğu söylenemez. Öyleyse böyle
bir kontrolü sağlamak için sistemik dinamiklerin de güç
hesaplarında dikkate alınması ve sistemin dinamikleri
üzerindeki etki kapasitesinin de bir güç unsuru olarak
değerlendirilmesi gerekir. Bu bağlamda Waltz’a (1979: 195)
göre güç, sistemik dinamiklerin aktörlere sağladığı hareket
serbestisi ile açıklanabilir. Güç mücadelesi de başkaları
üzerinde kontrol mücadelesi değil, sistem içerisinde mümkün
olan en fazla otonomiyi kazanma mücadelesidir. Bu otonomi aynı
zamanda güvenliğin de güvencesidir. Yani güç, karşılıklı
bağımlılığa dayalı bir uluslararası sistemde diğer aktörlerden
bağımsız karar alabilme ve onların kararlarından en az
etkilenme kapasitesi olarak tanımlanabilir. En basit ifade ile
Waltz’a (1990: 35) göre güç, sistemik kısıtlamalar
çerçevesinde “bir devletin birleştirilmiş yetenekleri”dir (“the
combined capability of a state”).
Buna göre bir aktöre daha fazla hareket alanı yaratan ilişki,
kurum, önyargı ve uygulamalar onun gücünü oluşturur. Sistemik
düzeydeki bu yapılar olmaksızın gücün unsurlarının elde
bulundurulması veya kontrol edilmesi bir anlam ifade etmez.
Arap dünyası, en stratejik hammadde olan petrolü elinde
bulundurmakta ancak Arap devletleri sisteme hakim güçler
olamamaktadır. Sistemik ilişki yapıları ve kurumlar her aktöre
eşit avantaj sağlamamaktadır. İkinci Dünya Savaşı’nın ardından
ABD, ekonomi alanında IMF ve Dünya Bankası ile birlikte
Bretton Woods sistemini kurmuş, siyasal alanda Birleşmiş
Milletler sistemini oluşturmuş ve kendisini bu sistemin
merkezine yerleştirmiştir. Bu anlamda ABD’nin gücü, yalnızca
sahip olduğu askeri veya ekonomik kaynaklardan değil,
yarattığı uluslararası kurum ve ilişkilerin yani sistemin
yapısından da kaynaklanmaktadır.
Hareket serbestisi açısından bakıldığında klasik realistlerin
caydırıcılık olarak güç tanımı, başkalarının hareket
alanlarını daraltma yeteneği olarak yorumlanabilir.
Neorealistlerin güç anlayışında ise başkalarının hareket
alanlarının daraltılması yerine kendi hareket alanının
genişletilmesine vurgu
yapılmaktadır. Yani klasikler diğer aktörlerin kontrolüne
vurgu yaparken, “neo”lar ne aktörlerin ne de sonuçların
kontrol edilebileceğine inanırlar. Kimsenin kontrolü elinde
bulundurmadığı bir ortamda yapılan şey aslında “idare”dir.4
Sistemik sınırlamalar içerisinde sahip olunan hareket
serbestisi çerçevesinde sorunların idaresi ve bu amaçla
oluşturulan kurumsal bağlamda yeni hareket alanları
yaratılmaya çalışılarak güç elde edilmeye çalışılır.
Klasik realistler ve neorealistler arasındaki bir başka ayrım
da, klasiklerin gücü bir amaç olarak görmesine karşılık
neoların asıl amacın güvenlik olduğunu ileri sürerek gücü bir
araç olarak değerlendirmeleridir. Waltz’a (1990:35) göre
devletlerin amacı gücü maksimize etmek değil güvenliği
sağlamaktır. Sahip olunan hareket serbestisi (güç) aynı
zamanda güvenliği tehlikeye atmadan izlenebilecek olası
politika yelpazesinin de genişlemesini ifade eder.
Eğer güç maksimizasyonu güvenliği tehlikeye atacaksa devletler
güç arayışına girmezler. Eğer amaç güç maksimizasyonu olsaydı
devletler olası güç politikalarından dengelemeyi değil, güçlü
olanın yanında olmayı ifade eden “bandwagoning” stratejisini
tercih ederlerdi. Ancak bu durum güvenliği tehdit edeceği için
devletler dengeleme politikası izlerler (Waltz, 1979: 126).
Gücün ölçümü ve kaynakların kontrolüne ilişkin olarak Keohane
ve neoliberallerin yaptıkları saptamalar, güç kavramını nasıl
algıladıklarını görebilmek açısından çarpıcıdır. Buna göre,
sisteme egemen hegemonik bir güç konumuna yükselebilmek için
bir ülkenin bütün kaynakları ve güç unsurlarını kontrol etmesi
gerekmez. Tarih boyunca uluslararası politikada ve ekonomide
baskın çıkan güçler bu hegemonyayı ortak kurallar, ilkeler,
kurumlar ve karar alma mekanizmaları yani rejimler oluşturarak
ve diğer devletleri bunları kabul etmeye ikna ederek
başarmışlardır. Uluslararası politikadaki üstün güç tamamen
askeri ve zora dayalı yöntemler temelinde inşa edilemez.
Yaratılan düzenlemelerin korunabilmesi için askeri güç hala
önemli bir güç unsurudur ancak güç kavramını bir bütün olarak
açıklamada yeterli değildir.
Her iki akımın da sistemik etkenler üzerinde yoğunlaşması
nedeniyle neoliberal ve neorealist güç perspektifleri arasında
paralellikler bulunabilir. Neoliberallere göre güç aslında
karşılıklı bağımlılık kavramıyla ilişkilidir (Keohane/Nye,
2001). Hiçkimse kimseden tamamen bağımsız hareket edemeyeceği
için mutlak anlamda kontrolü elinde bulunduran bir güçlü
devletten söz edilemez. Bu bağlamda neoliberal yaklaşımda
asimetrik karşılıklı bağımlılık kavramından söz edilmektedir.
Buna göre, bütün aktörler konulara göre değişen miktarlarda ve
değişik oranlarda birbirlerine bağımlıdır. Daha az bağımlı
olan aktörün çıktıları etkilemek için daha fazla siyasal
etkiye sahip olduğu söylenebilir. Aslında neoliberallerin
bağımlılık derecesi olarak 4 “İdare” konusunda ayrıntılı bilgi
için bkz. Waltz (1979) Chapter 9. nitelendirdikleri durum,
neorealistler tarafından hareket serbestisi olarak
adlandırılmaktadır.
Keohane ve Nye, diğer aktörlerin politikaları karşısında
“duyarlılık” (“sensitivity”) ve “savunmasızlık” (“vulnerability”)
durumlarına değinerek asimetrik karşılıklı bağımlılık
ortamında güç kavramını tanımlamaya çalışmaktadır (Keohane/Nye,
2001: 10-14). Buna göre aktörlerin gücünü belirleyen unsur
onların sistem içerisindeki konumları ve hareket
yetenekleridir. Duyarlılık, belirli bir politika çerçevesinde
diğer aktörlerin politikalarına tepki verme derecesiyle
ilişkilidir. Değişen duruma tepki olarak değişen politikanın
maliyeti duyarlılığı tanımlar. 1973 Petrol Krizi, Batılı
ülkelerin bu konudaki duyarlılıklarını ortaya koymuştur.
Duyarlılık durumunda politika değişikliği, neden olunan
maliyete rağmen başarılabilir. Aktörler duyarlılık durumunda,
kendilerine yüklenebilecek maliyetlerin bir kısmından politika
değişikliği yoluyla kaçınabilirlerken, savunmasızlık (“vulnerability”)
durumunda politika değişikliğine rağmen maliyetlerden kaçınmak
mümkün olmaz. Buna göre duyarlılık durumunda aktör,
politikalarını değiştirerek dışarıdan empoze edilen
gelişmelerin yol açtığı maliyetlerden kaçınırken,
savunmasızlık durumunda politika değişikliğinden sonra bile
maliyetlere katlanmaya devam eder. Duyarlılık durumunda ise
yalnızca politika değişikliğinden önceki maliyetlere
katlanılır.
Bir başka deyişle, karşılıklı bağımlılık ortamında aktörlerin
birbirinden etkilenmemesi söz konusu olamaz. Sisteme hakim en
güçlü devletler bile sistemdeki dezavantajlı devletler
tarafından politika değişikliğine zorlanabilir. Burada önemli
olan, politika değişikliği yoluyla maliyetlerden kurtulunup
kurtulanamamasıdır. Duyarlılık, karşılıklı bağımlılığın doğal
bir sonucu olarak aslında devletlerin sistemde sahip oldukları
hareket serbestisini de tanımlar. Savunmasızlık durumunda ise
hareket alanı daha kısıtlandığı için aktörler dışsal etkenler
tarafından yaratılan maliyetlere katlanmak zorunda kalırlar.
Gücün daha zor gözlemlenebilen ikinci ve üçüncü boyutlarına
özellikle neoliberal teorisyenlerin vurgu yaptıkları
görülmektedir. Keohane ve Nye’ın “kompleks karşılıklı
bağımlılık” olarak tanımladıkları durum, devletlerin çok
sayıda sosyal ve siyasal bağlarla birbirine bağlandığı ve
güvenlik ve şiddet
kullanımının önemini kaybettiği bir ortamdır. Gücü açıklarken,
onu oluşturan unsurları güce dönüştüren pazarlık yöntemlerini
ve bu yöntemleri etkileyen kompleks karşılıklı bağımlılık
koşullarını hesaba katmak gerekir (Keohane/ Nye, 2001: 196).
Kompleks karşılıklı bağımlılık ortamında güç elde etmek için
“sorunlar arası bağlantı kurma (issue linkage)” ve “gündem
belirleme (agenda setting)” stratejileri, “uluslar-ötesi ve
hükümetler-ötesi bağlantıların kullanılması” ve “uluslararası
örgütlerin devreye sokulması” gibi yöntemlere başvurulabilir.
Sorunlar arası bağlantı kurma, askeri gücün davranışları
şekillendirme yeteneğinin giderek azaldığı bir ortamda askeri
veya ekonomik konuları birbiriyle ilişkilendirerek istenen
konuların siyasallaştırılmasını veya avantajlı konularla
avantajlı olunmayanları ilişkilendirerek arzulanan sonuçların
elde edilmeye çalışılmasını ifade etmektedir.
Keohane (1984: 19-22), uluslararası politikada iki temel hedef
olarak gördüğü refah ve güç arasında, bu kavramları
“isteklerin tatmini (want satisfaction)” olarak tanımlayarak
bir bağlantı kurmaktadır. Buna göre, ekonomik konu ve amaçlara
yöneldikçe izlenen politikalar refah arayışı, ekonomik
politikalardan uzaklaştıkça izlenen politikalar güç arayışı
olarak nitelenebilir. Ancak yine de hem refah arayışı hem de
güç arayışı birbirini tamamlar nitelikteki politikalardır.
Keohane’in argümanına göre, Dahl’ın değişen aktör davranışları
temelinde yaptığı güç tanımı sağlıklı değildir. Çünkü böyle
bir girişim, davranışlardan önce gücün ölçümünü ve daha sonra
bunun davranış değişikliği ile ilişkisinin ortaya konmasını
gerektirir. Bu tür çabalar aktörlerin belirli hedeflere daha
fazla önem atfetmesi ve bu hedeflere yönelik olarak
diğerlerinden daha fazla kaynak kullanması durumunu
açıklayamaz. Bir aktörün belli bir konudaki politikalara
diğerlerinden fazla önem verdiği ve bütün kaynaklarını bu
politikalara yönlendirdiği için bu konuya daha az önem veren
diğer aktörlerin davranışlarını değiştirebilmesi, bu aktörün
onlardan daha güçlü olduğu anlamına gelmez. Bu nedenle,
Keohane’e göre güç kavramını
tanımlarken motivasyon yoğunluğu da dikkate alınmalıdır. Ancak
bu kavram ölçülebilir nitelikte değildir. Bu nedenle güç,
sanıldığı kadar kolay tanımlanabilen, gözlemlenebilen bir
kavram değil, siyasal davranışların tanımlanmasında kullanılan
bir söylemdir ve refah kavramı ile yakından
ilişkilidir (Keohane, 1984: 20-21).
Yukarıdaki tartışmalar klasik güç tanımlamasından farklı bir
güç yaklaşımını ortaya koymaktadır. Buna göre bir aktörün
başka bir aktörün davranışlarında yalnızca değişim yaratma
kapasitesi güç olarak tanımlanamaz. Çünkü uluslararası
sistemde bütün aktörler diğerlerinin davranışlarını değiştirme
kapasitesine sahiptir. Diğer aktörleri Lukes’un savunduğu gibi
kendi çıkarlarına ters düşecek şekilde davranmaya zorlamak da
gücü tam olarak tanımlayamaz. Çünkü çıkar çatışması olmadan da
güç kullanılabilir. Ayrıca çıkar tanımlamasından kaynaklanan
sorunlar aktörlerin ne zaman çıkarları doğrultusunda ve ne
zaman çıkarlarına ters düşecek şekilde hareket ettiklerini
tartışmalı hale getirir. Bu yöntem gücün tanımlanmasına katkı
yapmaktan çok yeni zorluklar yaratır. Neoliberal yaklaşımda
güç, başkalarının izlediği politikaların yarattığı
maliyetlerden değişen davranışlar yoluyla kurtularak
kendi istediklerini yapabilmektir. Politika değişikliği
yoluyla kendine dayatılan durumlardan sıyrılabilen aktörlerin
bu anlamda güçlü oldukları söylenebilir. Konstrüktivist
yaklaşıma göre ise devletlerin davranışlarını şekillendiren
temel unsur kanılar/fikirler (ideas) ve çıkarlardır.
Burada çıkar kavramı somut ve objektif bir kavram olarak ele
alınmamaktadır. Çıkarı maddi güçle özdeşleştiren realizmin
aksine konstrüktivizmde çıkarlar fikir ve kanılarla
ilişkilendirilir. Çıkarlar objektif olarak var olamaz ve
belirli fikirler ve algılamalar etrafında şekillendirilir.
Gücün maddi unsurları ise bu tanımlanan çıkarlar doğrultusunda
bir anlam ifade eder. Belirli fikirler, ilişkiler, algılamalar
ve tercihler etrafında şekillenen çıkarlar doğrultusunda
kullanılmaksızın tek başına güç çok fazla anlam ifade etmez (Wendt,
1999: 96-120). Örneğin üzerinde yaşanan coğrafyanın, sahip
olunan doğal kaynakların veya ordunun bir güç unsuru mu yoksa
bir zafiyet mi olduğu, o ülkeyi çevreleyen ülke ve sorunların
algılanışı ve onlara ilişkin kanılar, fikirler ve ilişkiler
bağlamında bir anlam ifade eder. Gücün unsurları da,
tanımlanan çıkarların korunması ve geliştirilmesine yönelik
olarak belirlenen politika bağlamında anlam kazanır.
Devletlerin güce yaklaşımı, onu algılamaları ve kullanma
niyetleri, fikirler, kanılar ve bu doğrultuda tanımlanan
çıkarlar çerçevesinde şekillenir.
Gücü algılayabilmek için güç dağılımından daha önemlisi “çıkar
dağılımı”na (“distribution of interests”) bakmak gerekir (Wendt,
1999: 104- 109). Devletler tarihsel deneyimlerinin ve diğer
aktörler hakkındaki kanılarının bir sonucu olarak diğer
aktörleri ve onların izledikleri politikaları objektif bir
biçimde algılamazlar. Sahip oldukları kimlikler ve çıkar
tanımlamalarının bir sonucu olarak bazılarını tehdit olarak
görürken bazılarını görmezler. Bu nedenle de güç arayışı
realistlerin öngördüğü gibi kaçınılmaz olarak her zaman
çatışmaya değil bazen işbirliğine de yol açabilir. Bu bağlamda
konstrüktivizmin güç anlayışı neoliberallerin “isteklerin
tatmini” olarak tanımladıkları güç anlayışı ile de
benzerlikler göstermektedir.
Güce ilişkin farklı tanımlamaların temelinde onun zaman ve
mekana göre değişen niteliği yatmaktadır. Örneğin, davranışsal
güç, başka aktörlerin davranışlarında değişimi, kaynak gücü
sahip olunan kaynakları, sistemik güç aktörlerin sahip
olduklarından çok içinde bulunulan sistemi ve kurumsal
yapıları vurgular. Zaman içerisinde hem aktörlere hem de
sisteme ilişkin güç unsurları değişim geçirmektedir. Genel
olarak askeri gücü ele alırsak, özellikle İkinci Dünya
Savaşı’nın ardından uluslararası hukuka dayalı BM sisteminde
askeri gücün kullanılabilirliği göreceli olarak azalmış, bunun
yerine ekonomik kapasite ve enformasyon öne çıkan güç
unsurları olmuştur. Soğuk Savaş’ın galibinin de askeri güçle
belirlenmemiş olması bu bakımdan önemli bir gösterge olarak
değerlendirilebilir. Dünya Savaşlarının ardından uluslar arası
sistem, işgal yoluyla toprak kazanımı ve askeri gücün
gelişigüzel bir biçimde kullanılmasına karşı geliştirilen
kurallar tarafından şekillendirilmiştir. Ancak bu,
uluslararası politikayı bir güç mücadelesi arenası olmaktan
çıkarmamış, devletler sistemin yeni kuralları çerçevesinde
yeni güç değerlendirmeleri yapmışlardır. Varılan sonuç, güç
mücadelesi içerisinde genel olarak kullanılamaz hale gelen
unsurlar yerine yeni unsurlar üzerinde yoğunlaşarak güç
mücadelesine devam etmek olmuştur. Kullanılamayan güç
faktörleri tamamen terkedilmemiş ancak arka plana itilmiştir.
Uluslararası Sistemin Dönüşümü ve Gücün Üçüncü Boyutu
Tüm zaman, mekan ve konular için geçerli bir evrensel güç
tanımı yapma çabalarının başarısız olduğu söylenebilir. Bunun
temel nedeni, sistemin, onun içerisindeki yapıların ve
oyununun kuralları değiştikçe gücün anlamının da değişim
geçirmesidir. Bu yüzden güç kavramının tanımlanmasına yönelik
hemen hemen tüm çalışmalar eksiklikleriyle eleştirilmiştir.
Zaman ve mekana göre değişkenlik, güç kavramının tanımına
ilişkin temel zorluklardan biridir.
Gücün evrimsel niteliği açısından yaklaşıldığında aktörlerin
sahip oldukları ya da kontrol altında tuttukları kaynakları
güç haline getiren ya da gücün unsurları olmaktan çıkaran
faktör oyunun kuralları yani sistemde yaygın olan
uygulamalardır. Sistem içerisinde ortaya çıkan ortak kurallar,
devletler
arasındaki yaygın uygulamalar ve hatta dünya kamuoyunun
sorunları algılama biçimleri oyunun kurallarını
oluşturmaktadır. Oyunun kuralları, yani sistemin yapısı bazı
aktörlere daha geniş bir hareket alanı ve avantajlı bir konum
sunar ve diğerlerinin hareket alanını kısıtlarken, bazı güç
unsurlarını da kullanılamaz hale getirebilir. Morgenthau’nun
yapmış olduğu “kullanılabilir ve kullanılamaz güç” ayrımı da
oyunun kuralları çerçevesinde değerlendirilmelidir. Örneğin
nükleer gücü kullanılamaz kılan şey onun kendi niteliğinden
çok sistemin yapısı, yani kamuoyunun bu tür kullanımlara karşı
takındığı/takınabileceği tutumdur.
Gücün niteliği zaman içerisinde değişmektedir (Nye, 1990:
179-180). Örneğin tarih boyunca Sanayi Devrimine kadar ulusal
gücün en belirleyici unsuru askeri güç olmuştur. Fransız
İhtilali’ne kadar askeri gücün belirleyici unsuru askerlerin
yetişmişlik düzeyi ve savaşkanlık kapasitesi idi. Bu
dönemlerde iyi yetişmiş az sayıda askerden oluşan profesyonel
ordular askeri gücün belkemiğini oluşturuyordu. Bu askerlerin
savaşlarda kaybedilmesi sayılarının azlığı nedeniyle önemli
sonuçlar doğurabilirdi. Fransız İhtilali’nin alevlendirdiği
milliyetçilik duyguları temelinde Napolyon daha az yetişmiş
ancak sayıca kalabalık ordular oluşturdu. Sayıca kalabalık
olmaları askerlerin savaş alanlarında daha kolay feda
edilebilmesi sonucunu doğurdu. Bu da çatışmalara daha kolay
girebilen ve savaşkan bir ordu yarattı. Napolyon’un orduları
bütün Avrupa’yı kasıp kavururken artık askeri gücün temel
ölçütü de asker sayısı olmuştu.
Sanayi Devrimi ile birlikte asker sayısının ve askeri
yeteneklerin tek başına ulusal gücü tanımlamada yeterli
olmadığı, endüstriyel üretim kapasitesinin ve yeni
teknolojileri üretme ve onlara ayak uydurma kapasitesinin daha
önemli hale geldiği görülmektedir. Endüstriyel üretim
kapasitesi, aynı zamanda büyük ordulara sahip olunabilmesini
ve kaybedilen araç ve teçhizatın kısa sürede tekrar üretim
yoluyla yerine konulmasını sağlıyordu. Paul Kennedy (1991:
231-286 ve 351-390) üretim kapasitesine ilişkin ekonomik
verileri karşılaştırarak Birinci ve İkinci Dünya savaşlarının
sonuçlarına ilişkin ipuçlarının buradan elde edilebileceğini
göstermektedir. Bugün ise uluslar arası iletişimin artışıyla
birlikte bilgi çağı olarak nitelenen dönemde ulusal gücün asıl
dayanağı olarak askeri ya da ekonomik kapasitelerden daha çok
bilginin kontrolü ve kamuoyunu yönlendirme yeteneği
gösterilebilir.
Soğuk Savaş boyunca ve daha öncesinde uluslararası politikada
güç kavramı askeri ve siyasal otoriteyi ve onun sahip olduğu
kaynakları çağrıştırıyordu. Askeri yetenekler veya güç
dengelerinde merkezi ya da önemli sayılabilecek bir konumda
olmak gücün temel ölçütüydü. Günümüz bilgi çağında ise en
etkin güç kamuoyunu yönlendirebilme, ikna ve pazarlık yeteneği
olarak görünmektedir. Nye (1990a) tarafından “yumuşak güç”
olarak adlandırılan uygulamalar ön plana çıkarken askeri gücün
kullanılabilirliğinin azaldığı görülmektedir. Bunun iki nedeni
olabilir: (1) uluslararası örgütler, hukuk kuralları ve
uluslararası politikada dünya kamuoyunun artan rolü nedeniyle
askeri gücün istenen sonuçları elde etme konusunda giderek
etkisizleşmesi ve (2) asimetrik yöntemlerin klasik orduların
etkinliğini ve caydırıcılığını azaltması.
Ancak bu gelişmelerin etkilerini abartmamak gerekir. Çağımızda
sert/kaba gücün (“hard power”) kullanımı giderek zorlaşsa ve
yumuşak güç kullanımı daha mantıklı görünse de anarşik
uluslararası ortamda kaba güçle özdeşleşen askeri yeteneklerin
önemi ortadan kalkmamıştır. Nye (1990a: 156) yumuşak gücü
tartışırken aslında askeri gücün hala önemli olduğunu ancak bu
gücün sınırlarını anlamak ve yetersizliklerini tamamlamak için
karşılıklı bağımlılığa dayalı ilişkileri dikkate alan
alternatif stratejiler geliştirilmesi gerektiğini
belirtmektedir. Bu bağlamda Waring Partridge, yumuşak gücü,
sert gücün kullanımını destekleyen ve gerektiğinde onun
kullanımına imkan yaratan bir güç türü olarak nitelemektedir (Bollier,
2003: 17). Askeri yetenekler gücün hala önemli bir parçasını
oluştursa da bu yeteneklerin kullanım maliyetleri (sadece
ekonomik anlamda değil) giderek artmaktadır.
Soğuk Savaş sonrasında gücün algılanış ve kullanımına ilişkin
temel bazı değişiklikler yaşanmıştır. Devletler dışında güce
sahip yeni ve hatta devletlerden daha güçlü (özellikle
ekonomik anlamda) yeni aktörlerin ortaya çıkışı, devletler
arasındaki mücadeleleri açıklamak için kullanılan güç
kavramına yeni boyutlar eklemiştir. Askeri anlamda hiçbir
yeteneği olmayan bu aktörler ve özellikle çok-uluslu şirketler
devlet davranışlarını kolaylıkla etkileyebilmekte, hatta
herhangi bir coğrafi kısıtlamaya tabi olmadıkları için daha
geniş bir hareket serbestisine sahip olabilmektedir. Talepleri
yerine getirilmediği takdirde bu yeni aktörler finansal
kaynaklara gereksinim duyan ülkeleri terkederek buralarda
ekonomik sıkıntılara neden olmakta, talepler yerine geldiğinde
de bu ülkelerin ihtiyaç duyduğu ekonomik istikrar ve refahın
yaratılabilmesi için gerekli kaynakları onlara
sunabilmektedir.
Küresel hareketlilik olanağına sahip olmaları bu yeni
aktörlere ulus-devletler üzerinde yeni kontrol olanakları
sunmaktadır. Dolayısıyla bu aktörlerin sahip olduğu finansal
olanaklar üzerinde devletler arasında acımasız bir rekabetten
söz edilebilir. Sonuç olarak küresel sermayeyi kendi ülkesine
çekme konusunda rekabet eden ülkeler bu sermayeyi tatmin
edecek politikalar uygulamak zorunda kalmaktadır (Guehenno,
1995: 10-13). Bu da aslında yeni aktörlerin değişen sistemik
yapılar yoluyla devletler üzerinde uyguladığı yeni bir tür
güçtür.
Soğuk Savaş sonrası dünyada gücün yeni uygulama biçimleri
üçüncü boyutla ilgili (yapısal) olmakla birlikte iki genel
kategoriye ayrılabilir. Aktöre iliştirilmiş güç yöntemleri ile
aktörlere doğrudan iliştirilmemiş ve sistemik yapılardan
kaynaklanan güç unsurları ve uygulamaları. Bu bağlamda yumuşak
güç kullanımı aktöre iliştirilmiş ve aktöre ait bir kavram
olarak değerlendirilebilir. Aktöre iliştirilmemiş güç
uygulamaları ise kurumsallaşma yoluyla yürütülür. Yerleşik
uygulama ve algılamalar bazı aktörleri diğerleri karşısında
avantajlı ve güçlü kılar. Cox’a (1986: 219) göre kurumlar bu
uygulama ve algılamaların somutlaşmış, istikrar kazanmış ve
kabullenilmiş biçimleridir ve varolan kurumlar yerleşik güç
ilişkilerini yansıtır. Kurumsal çerçeve ve yapısal ilişkiler
yeni aktörler ortaya çıkarabileceği gibi güç dengelerini de
değiştirebilir.
Son dönemde yeni aktörlerin ortaya çıkışının yanısıra sistem
ve ilişkilerin yapısında da köklü değişiklikler meydana
gelmiştir. Arquilla ve Ronfeldt, reelpolitik anlayışı yansıtan
realist yaklaşımın güce ilişkin tanımlarının bilgi devriminin
bir sonucu olarak artık eksik hale geldiğini savunmaktadır.
Aktörler serbestçe hareket eder, politikalarını yalnızca
ulusal çıkar temelinde şekillendirir ve dilediklerinde
zorlayıcı yöntemlere ve askeri güce başvurabilir, diplomasi
kamuoyunun irdelemesinden uzak bir şekilde ve katı bir devlet
kontrolü altında yürütülür ve uluslararası politikada ahlak
anlayışı çok önemli değilken realist güç anlayışı geçerli
olabilirdi. Ancak günümüzde aktörlerin hareket alanları
karmaşık ilişkiler ve karşılıklı bağımlılık tarafından
sınırlandırılmakta, politika sürecine ulusal
çıkarların/sorunların yanısıra küresel sorun ve kaygılar da
eklemlenmekte, askeri güç kullanımı giderek zorlaşırken
aktörler yumuşak güç yöntemlerine başvurmakta, sivil toplum ve
kamuoyu dış politika kararlarını dikkatle izlemekte ve bunlara
müdahale etmektedir (Arquilla/Ronfeldt, 1999: 30-31).
Böylesi değişken bir ortamda gücün tanımının hala aynı kalması
düşünülemez. Özellikle küreselleşme ve bilgi teknolojilerinin
giderek daha geniş insan kitlelerinin hizmetine girmesiyle
birlikte uluslararası kamuoyu önemli bir güç unsuru haline
gelmiştir. Dünya kamuoyunu yönlendirebilenler uluslararası
alanda daha geniş bir hareket serbestisine sahip olurken aynı
zamanda diğer aktörlerin davranışlarını da şekillendirme
kapasitesi elde etmişlerdir. Hatta başka ülkelerin
kamuoylarını kendi hükümetleri üzerinde bir baskı unsuru
haline getirerek klasik güç tanımının dışında yeni güç
uygulamaları da mümkün hale gelmiştir.
Sistemin yeni ilişki yapıları içerisinde bilginin kontrolü,
başka aktörlerin davranışlarını etkileme konusunda yeni
olanaklar sunmaktadır. Nye’ın (1990a:164) deyimiyle “güç,
sermaye zenginlerinden (“capital-rich”) bilgi zenginlerine (“information-rich”)
geçmektedir.” Gelecekte güç enstrumanları daha farklı biçimler
alabilirler. Başkalarının davranış ve düşünüşlerini etkileme
yöntemlerine ilişkin bu farklı biçimler zamanın koşullarına
göre belirlenir. Örneğin propagandanın bir güç unsuru haline
gelişi özellikle bilgi ve iletişim teknolojilerinin
hazırladığı koşullar sayesinde gerçekleşmiştir. Medya ve
kamuoyu baskısı temel aktör olan devletlerin politikalarına
yön vermektedir. Önceleri medya, kamuoyunu etkileme amacıyla
devlet tarafından kullanılan bir propaganda aracı iken,
küresel medya ve iletişimin gelişimiyle birlikte devlet
politikalarını şekillendiren bağımsız ve güçlü bir aktör
haline gelmiştir. Bu yolla, devlet politikaları ile kamuoyu
arasındaki tek yönlü ilişkiyi de çok yönlü hale getirerek
kamuoyunu devlet davranışlarını yönlendirmek için bir araç
olarak kullanmaya başlamıştır.
İletişim ve bilgi akışının hızlanmasıyla birlikte aktörlerin
sistem içindeki konumlarını tanımlayan imajlar önem
kazanmıştır. Uluslararası imaj kaygısı, dış politikayı
şekillendiren önemli unsurlardan biri haline gelmiştir. Bu
imajların şekillendiği temel platform, iletişimin yoğun bir
şekilde gerçekleştiğiinternet ve özellikle televizyon
kanalları tarafından temsil edilen medyadır. Bu durum bilgiye
erişimi olan, bilgi akışını sağlayan ve kontrol edebilen
kurumlara önemli güçler vermektedir. ABD eski dışişleri
bakanlarından Madeleine Albright, “CNN Birleşmiş Milletler
Güvenlik Konseyi’nin onaltıncı üyesidir” derken aslında
medyanın da uluslararası politikada önemli bir güç unsuru
olduğunu ifade etmektedir (Bollier, 2003: 6). Bazı durumlarda
dış politikalar askeri ve güvenlik kaygılarından daha fazla bu
imaj kaygıları ve uluslar arası kamuoyunun etkisiyle
şekillenmektedir.
Örneğin Kıbrıs sorununda taraflar zaman zaman sırf göstermelik
de olsa çözüm arayışında olan taraf imajı yaratmak için
girişimlerde bulunmakta ve hatta ödünler vermektedir. Bunun
nedeni, devletlerin yetenek ve güçlerinin yani uluslararası
politikadaki hareket alanlarının ulusal imajları yoluyla
artması veya azalmasıdır. Ulusal imaj yalnızca prestijle
ilişkili bir güç unsuru değildir ve aktörlere yeni yetenekler
kazandırabilir veya bunları kaybettirebilir. Örneğin Sperling
(2001), toplama kampları ve özellikle Auschwitz’le özdeşleşen
Alman gücüne ilişkin imajların bugün Almanya’nın etkinliğini
kısıtladığını ileri sürmektedir. Almanya korkusu, onun mutlaka
sınırlandırılması, kontrol altında tutulması ve korkulması
gereken bir güç olduğu imajından beslenmekte ve Almanya’nın
yeteneklerini, etkinliğini ve gücünü günümüzde hala
kısıtlamaktadır.
Nye’a (1990: 183) göre günümüz bilgi temelli ekonomilerinde ve
karşılıklı bağımlılığa dayalı sistemde güç, daha zor el
değiştirebilir, daha az somut, daha az şiddet ve zorlamaya
dayalı (“less transferable, less tangible, less coercive”)
niteliktedir. Uluslararası politikada sert/kaba ve yumuşak güç
ayrımı yapan Nye’a (1990a: 166, 168) göre somut kaynakların
kontrolü yoluyla elde edilen kaba güç, başkalarının
davranışlarını şekillendirmeye yarar. Yumuşak gücün işlevi ise
başkalarının davranışlarından daha önce isteklerini
şekillendirme yeteneğidir. Bu da gücün ikinci ve üçüncü
boyutları olan gündemin kontrol edilmesi, ilişkilerin
yapılandırılması ve kurumsal çerçevenin belirlenmesi ile
ilişkilidir. Başkalarının isteklerini şekillendirebilmek
davranışlarını şekillendirmekten daha zor ancak daha etkili
bir güç kullanımıdır. Nye’a (1990: 181-182) göre yumuşak güç
kullanımı, maddi kaynaklardan çok sahip olunan kültür veya
ideolojinin çekiciliği ile mümkün olabilir.
Realist güç anlayışında zorlama yeteneği ön plana çıkarken
yumuşak gücün kullanılabilmesi için gerekli unsur
çekiciliktir. Örneğin Avrupa Birliği, hem ekonomik
başarısından kaynaklanan çekiciliği hem de oluşturduğu
kurallar ve prosedürler yoluyla özellikle aday ülkeler
üzerinde askeri güçle
başarılamayacak etkilere sahip olabilmektedir. Zaten askeri
gücü olmayan Avrupa Birliği, yaratılan üyelik süreci
(prosedürler, kriterler, raporlar ve diğer belgeler) yoluyla
aday ülkelerin iç ve dış politikalarında köklü değişimler
yaratmakta hatta bu ülkelerden tek taraflı ödünler talep
edebilmektedir. Hiçbir şekilde zorlamaya dayanmayan bu güç
uygulamasına Ole Waever (1995: 402), AB’nin “sessiz disiplin
gücü” adını vermektedir.
Bu bağlamda uluslararası politikada gücün etkin kullanımı için
diğer aktörlerin güce sahip olanın iradesine belli ölçüde rıza
göstermesi gerekir. Realist güç anlayışında ise böyle bir
gereklilik yoktur. Yumuşak güç kavramını savunanlara göre iç
politikadaki gibi yaptırım gücü olan bir otoritenin yokluğu,
yani anarşik ortam uluslararası politikada güç kavramının iç
politikadan farklı algılanması gerektiğini gösterir. Çünkü ne
uluslararası örgütler ne de uluslararası hukuk kuralları
klasik güç tanımlarında yer alan yaptırım gücüne sahiptir.
Buna göre eğer tüm aktörler egemen eşit devletler ise o zaman
güç kullanımı belirli ölçüde karşı tarafların rızasını da
sağlamayı gerektirir. Aksi takdirde güç kullanımının
doğuracağı sonuçlar hem geçici ve kısa vadeli, hem de maliyeti
yüksek olacaktır. Egemen-eşit devletlerin aralarındaki
ilişkilerinde her türlü açık ve kaba güç kullanımı buna karşı
direnişi, karşı koymayı ve başkaldırıyı da beraberinde
getirecektir.
Uluslararası politikada en etkin güç kullanımı, hem daha düşük
maliyetli ve daha kalıcı sonuçlar doğurabilen hem de aynı
zamanda meşruiyet ve rıza unsuru içeren yumuşak güç yöntemleri
ile olmaktadır. Gücün etkin kullanımı ancak ona meşruiyet
kaynakları yaratarak mümkün olabilir. Bilgi ve iletişim
teknolojilerindeki son gelişmelerle birlikte imajların önemli
hale gelmesi, güç politikalarının belirli derecede bir
meşruiyete dayandırılma zorunluluğunu doğurmuştur. Bu hem
uluslararası politikanın doğası (anarşi) gereği hem de son
yüzyılda yaygınlaşan ve güçlenen uluslararası örgütler,
küresel medya ve uluslararası hukukun gereğidir. İzlenen her
politika dünya kamuoyuna meşrulaştırıcı bir açıklama ile
birlikte sunulmak zorundadır. Aksi takdirde istenen sonuçların
elde edilmesi imkansızlaşabilir. ABD’nin Irak’ta karşı karşıya
kaldığı durum da meşruiyetin ya da diğer aktörlerin rızası
alınmadan girişilen politikaların büyük bir askeri güce rağmen
istenen sonuçları doğurmadığını göstermektedir. Yumuşak güç
kullanımı için gerekli olan çekicilik unsurunun yaratılması
meşruiyet, inandırıcılık ve saygınlık yoluyla mümkündür. Bu
imajların yaratılabilmesi için aktörler medya ve internet gibi
bilgi kaynakları ve teknojilerini kullanarak insanların
algılamalarını şekillendirmektedir. Bu bağlamda da kamu
diplomasisinin önemi giderek artmaktadır (Mor, 2006).
Tüm devletler uluslararası medya ve kamuoyunun panoptik
gözetimi altındadır. Uluslararası hukuka ya da beklenen
davranış kalıplarına ilişkin her türlü ihlal (özellikle insan
hakları ihlalleri) cep telefonları ile bile kaydedilerek
internet üzerinden tüm dünyaya iletilebilmekte ve ülkeler
uluslar arası platformlarda istemedikleri sonuçlarla
karşılaşabilmektedir. Uydu teknolojisine sahip ülkeler tüm
dünyayı her an yukarıdan gözetlemektedir. Uluslar arası
medyanın ve iletişim araçlarının erişemeyeceği bir köşe
kalmamıştır ve devletler bu yeni teknolojilerle elde edilen
denetleme süreçleri altında davranışlarını
şekillendirmektedir. Çekici imajların yaratılma ya da bu
imajlara zarar verilme süreci bilgi ve iletişim teknolojileri
aracılığıyla işlemektedir. Yukarıdaki tartışmalar, yumuşak güç
kullanımı ve uygulamaları için yalnızca aktörün sahip olduğu
kapasitelerin yeterli olmadığını göstermektedir. Yapısal
olarak uluslararası ortamın, kurumsal oluşumların, aktörler
arasındaki ilişkilerin ve algılamaların yumuşak güç
kullanımına olanak sunması gerekir. Yapısal koşullar
sağlanmadığı sürece eldeki unsurların yumuşak güce
dönüştürülmesi olanaksızdır. Örneğin Avrupa Birliği yarattığı
kurumsal oluşumlar ve dış ilişkileri itibariyle yumuşak gücü
uygulayabilecek bir konumdadır. Ancak bu konum aktörün
kendisinin elde edebileceği bir konum olmaktan çok
diğerlerinin onu algılamasıyla ilgilidir.
Sonuç
Gücün farklı boyutlarını ele alan tartışmalar onun karmaşık
yapısını açıkça ortaya koymaktadır. Ulusal veya uluslararası,
siyasal, sosyal ve ekonomik gelişmeleri değerlendirirken kilit
rol oynayan bu kavramın tam olarak anlaşılması özel bir çaba
gerektirmektedir. Böyle bir çaba gösterilmediğinde ve kavramın
sahip olduğu derinlik gözardı edildiğinde sağlıklı olmayan
sonuçlara varılabilir. Böylesi karmaşık bir kavram hakkında
net ve kesin yargılara varmak bu makalenin amaç ve boyutlarını
aşmaktadır. Belki de yapılması gereken şey, güç kavramının tam
olarak anlaşılamamasının ya da eksik anlaşılmasının yol
açabileceği analitik sorunlara değinmek ve daha iyi
anlaşılabilmesi için yapılabilecekleri özetlemektir.
Özellikle gücün üçüncü boyutunun tam olarak anlaşılamaması ve
birinci boyuttan (aktörlerin birbirlerinin davranışlarını
değiştirmesi) yola çıkarak üçüncü boyuttaki ilişkileri (algı
ve tercihlerin yapısal olarak
şekillendirilmesi) açıklamaya çalışmak basitleştirici ve
indirgemeci komplo teorilerine davetiye çıkarmaktadır. Üçüncü
boyuttaki güç ilişkileri açıkça görülmeyen, aslında kimsenin
tam olarak kontrol edemediği yapısal ilişkilerdir. Aktörlerin
bu süreçler üzerinde doğrudan kontrolleri olmadığı
görülmektedir. Oysa indirgemeci yaklaşımlar bu tür ilişkileri,
aktörlerin doğrudan kontrol edebildiği oluşumlar olarak
yorumlar. Bu açıklamalar, gücün yapısal niteliğe sahip ve
dışsal etkilerle de şekillendirilen sonuçlarını, belirli bir
veya birkaç aktörün bilinçli politikalarının amaçlanmış
sonuçları olarak sunar. Güç üzerindeki sistemik kısıtlamaları,
diğer aktörlerin tepkilerini ve direniş faktörlerini göz ardı
ederek yapılan bu değerlendirmeler güçlünün istediği her şeyi
açıkça, ya da özellikle ve genellikle gizlice, ama mutlaka
yapabileceği varsayımından yola çıkar.
Bu tür bir epistemolojide açıklamalar, ortaya çıkan sonuçla
başlangıçtaki niyetlerin birebir aynı olduğunu varsaydığı için
sonuçtan başlangıca giden bir mantıkla oluşturulur. Oysa güç
uygulamalarında çoğu zaman niyetlerle sonuçlar tam olarak
örtüşmez. Bunun temel nedeni uluslararası ortamın anarşik
olması ve egemen aktörlerin bağımsız hareket etmeleridir.
Çünkü anarşik ortamda istikrarlı, kurumsal, hiyerarşik ve
mekanik ilişkiler yoktur. Egemenlik ilkesi gereği her devlet
başına buyruktur. Hiçbir devletin başka bir devlete ne
yapacağını söyleme hakkı bulunmaz. Bu nedenle de beklenmedik
sonuçlar her zaman mümkündür. Bu bağlamda güç, yapısal
faktörlerin yanısıra ikna, zorlama ve çekicilik yeteneklerinin
bir bileşimi ile sonuç doğurduğu için önceden belirlenen
hedeflerden sapmalar olur. Süper güçler de dahil olmak üzere
bütün aktörler kontrol edemedikleri pek çok gelişme ve
belirsizlikler karşısında politika üretmektedir.
Dolayısıyla gücün doğasını anlayabilmek için onun çok boyutlu
niteliğini ve bu boyutların eş zamanlı olarak var
olabileceğini dikkate almak gerekir. Güç bazen aktörlerin
sahip oldukları kaynaklar, bazen de sistemin ve var olan
ilişkilerin veya algılamaların onlara sağladığı avantajlar
anlamına gelebilir.
Uluslararası politikanın sağlıklı bir şekilde
değerlendirilebilmesi için hem aktörlerin sahip oldukları
kaynakları hem de sistemin yapısı, yani oyunun kurallarını
dikkate alan analizler yapmak gerekir. Bunun için de gücün üç
boyutu, farklı bağlamlarla (“scope, weight and domain” ya da
politika bağlamları çerçevesi) birlikte ele alınmalıdır. Buna
karşın farklı bağlam ve boyutlarda yapılan değerlendirmeler de
aslında gücün karmaşık yapısını anlama konusunda yeterli
değildir. Güç unsurlarının geçişkenliğini (“fungibility”) yani
aktörlerin sorunlar arasında kurabilecekleri stratejik
bağlantıları da dikkate almak gerekir.
Özetleyecek olursak, gücü, açıklama yeteneğine sahip analitik
bir kavram haline getirebilmek için önce onun farklı
boyutlarını ve farklı bağlamlardaki anlam ve etkilerini
dikkate almamız gerekir. Çünkü farklı unsurları güce
dönüştürebilmek için farklı politika bağlamlarında farklı
stratejiler kullanılabilir. Örneğin askeri yetenekleri güce
dönüştürebilmek için izlenecek stratejilerin savaş durumunda
veya diplomatik sorunlar karşısında farklı olması beklenir.
Konulara göre farklı bağlamlar değerlendirildikten sonra da
farklı aktörlerin, avantaj sağlamak amacıyla bu farklı bağlam
ve boyutlar arasında nasıl bağlantılar (“spill-over effect” ve
“linkage politics”) kurarak istenen sonuçları elde etmeye
çalıştığını görmek gerekir.
Güç analizlerinde bu tür yöntemlerin izlenmemesi, bizi ya gücü
yalnızca askeri ve ekonomik yeteneklerle ilişkilendiren ya da
komplo teorileriyle ifade edilen basit fakat anlaşılması kolay
analizlere götürür. Oysa uluslar arası politikada güç
unsurunun doğru anlaşılabilmesi için bu kavramın
karmaşıklığını gözardı etmeyen yaklaşımlar gerekir. Bu ise
çalışmanın başında da ifade edilen
teorik basitlik ve karmaşık gerçeklik arasındaki ikileme
ilişkin bir sorundur.
KAYNAKÇA:
ARQUILLA, John/RONFELDT, David (1999), The Emergence of
Noopolitik. Toward an American Information Society (Santa
Monica, CA: Rand Corporation).
ART, Robert J. (2004), “The Fungibility of Force,” ART,
Robert J./WALTZ, Kenneth N. (eds.), The Use of Force. Military
Power and International Politics (Maryland: Rowman
andLittlefield Publishers, 2004): 3-22.
ASHLEY, Richard K. (1983), “The Eye of Power: The
Politics of World Modeling,” International Organization, 37/3:
495-535.
ASHLEY, Richard K. (1984), “The Poverty of Neorealism,”
International Organization, 38/2: 225- 286.
BACHRACH, Peter/BARATZ, Morton (1962), “Two Faces of
Power,” American Political Science Review, 56/4: 947-952.
BALDWIN, David (1979), “Power Analysis and World
Politics: New Trends Versus Old Tendencies,” World Politics,
31/2: 161-194.
BALDWIN, David A. (1984), “Interdependence and Power: A
Conceptual Analysis,” International Organization, 34/4:
471-506.
BALDWIN, David A. (1989), Paradoxes of Power (New York:
Basil Blackwell).
BALDWIN, David A. (2002), “Power and International
Relations,” CARLSNAES, Walter/RISSE,Thomas/SIMMONS Beth A. (eds.),
Handbook of International Relations (London: Sage Publications):
177-191.
BARBALET, J. M. (1985), “Power and Resistance,” The
British Journal of Sociology, 36/4: 531- 548.
BARBER, Benjamin R. (1996), Jihad vs. McWorld. How
Globalism and Tribalism are Reshaping the World, (New York:
Ballantine Books).
BENTHAM, Jeremy (1995), The Panopticon Writings, Edited
and Introduced by Miran BOZOVIC (London: Verso).
BOLLIER, David (2003), The Rise of Netpolitik. How the
Internet is Changing International Politics and Diplomacy, A
Report of the Eleventh Annual Aspen Institute. Roundtable on
Information Technology, (Washington D.C.: The Aspen Institute).
CARR, Edward Hallett (2001), The Twenty Years’ Crisis,
1919-1939. An Introduction to the Study of International
Relations (New York: Perennial).
COX, Robert W. (1986), “Social Forces, States and World
Orders: Beyond International Relations Theory,” KEOHANE,
Robert (ed.), Neorealism and Its Critics (New York: Colombia
University Press): 204-254
DAHL, Robert (1957), “The Concept of Power,” Behavioral
Sciences, vol. 2: 201-215.
DER DERIAN, James (1990), “The (S)pace of International
Relations: Simulation, Surveillance, and Speed,” International
Studies Quarterly, 34/3: 295-310.
GUEHENNO, Jean-Marie (1995), The End of the Nation-State,
(Minneapolis: University of
Minnesota Press).
HART, Jeffrey (1976), “Three Approaches to the
Measurement of Power in International
Relations,” International Organization, 30/2: 289-305.
HOLSTI, K. J. (1964), “The Concept of Power in the
Study of International Relations,”
Background, 7/4: 179-194.
ISAAC, Jeffrey C. (1992), “Beyond the Three Faces of
Power: A Realist Critique,” WARTENBERG, Thomas E. (ed.),
Rethinking Power (New York: State University of New York Pres,
1992): 32-55.
KAGAN, Robert (2005), Cennet ve Güç. Yeni Dünya
Düzeninde Amerika ve Avrupa, (İstanbul: Koridor Yayıncılık).
KENNEDY, Paul (1991), Büyük Güçlerin Yükseliş ve
Çöküşleri. 1500’den 2000’e Ekonomik Değişme ve Askeri
Çatışmalar (Ankara: Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları).
KEOHANE, Robert (1984), After Hegemony. Cooperation and
Discord in the World Political
Economy (New Jersey: Princeton University Press).
KEOHANE, Robert. O. (1986), “Theory of World Politics:
Structural Realism and Beyond,”
KEOHANE, Robert (ed.), Neorealism and Its Critics (New
York: Colombia University
Press): 158-203.
KEOHANE, Robert/NYE, Joseph (2001), Power and
Interdependence (New York: Longman).
KRATOCHWIL, Friedrich (1984), “The Force of
Prescriptions,” International Organization, 38/4: 685-708.
LUKES, Steven (1974), Power: A Radical View (London:
MacMillan Press).
MOR, Ben D. (2006), “Public Diplomacy in Grand Strategy,”
Foreign Policy Analysis, 2/2: 157-176.
MORGENTHAU, Hans (1985), Politics Among Nations. The
Struggle for Power and Peace, Kenneth Thompson tarafından
gözden geçirilmiş Altıncı Baskı (New York: McGraw Hill).
NYE, Joseph (1990), “The Changing Nature of World Power,”
Political Science Quarterly, 105/2: 177-192.
NYE, Joseph (1990a), “Soft Power,” Foreign Policy, no.
80: 153-171.
SPERLING, James (2001), “Neither Hegemony Nor Dominance:
Reconsidering German Power in Post Cold-War Europe,” British
Journal of Political Science, 31/2: 389-425.
WAEVER, Ole (1995), “Identity, Integration and Security:
Solving the Sovereignty Puzzle in EU Studies,” Journal of
International Affairs, 48/2: 389-431.
WALTZ, Kenneth N. (1967), “International Structure,
National Force, and the Balance of World Power,” Journal of
International Affairs, 21/2: 215-231.
WALTZ, Kenneth (1979), Theory of International
Relations (New York: McGraw Hill).
WALTZ, Kenneth (1990), “Realist Thought and Neorealist
Theory,” Journal of International Affairs, 44/1: 21-37.
WARD, Michael D./HOUSE Lewis L. (1988), “A Theory of
the Behavioral Power of Nations,” Journal of Conflict
Resolution, 32/1: 3-36.
WENDT, Alexander (1999), Social Theory of International
Politics (Cambridge: Cambridge
University Press). |
|
|
|
|
|
|
|