SOHUM'UN EVLERİ DENİZE BAKAR
Erhan Hapae
Cumhuriyet, 15 Mart 1992
                         
...................
 
...................

Kafkasya - "Gürcüler duyduğumuza göre Türkiye'de her şeylerini satıyorlarmış" diye eğleniyordu Ekonomi Bakanı olan sevimli ihtiyar.

Karadeniz kentlerinden geçerken kurulan "kaçakçıdan tüketiciye" pazarlarından yarı fiyatına Marlboro, yüzde bir fiyatına fare kapanı gibi abuk sabuk şeyler satan sosyalizmin çocuklarını gördüğümüzde 'bu iğneleyici esprinin' ne menem bir şey olduğunu hissedip gülememiştik.

2800 yaşında olduğuna hemen kesin yemin billah ettiği, bu küçük mistik kentin orta yerinde bulunan ayakçı kahvesinde, Türk kahvesi yudumlarken dinliyoruz Laz şivesiyle Türkçe konuşan Gamidya Akbey'i.

"Apsni" diyor bu ülkenin adı, Çerkesce'de "Tanrı'nın Pınarı", bütün bu ormanların içinden süzülüp gelen berrak nehirler ülkesi, güneydeki çılgın Karadeniz yok burada, sakin ve ağır başlı bir mavilik uzanır Apsni kıyısında, "bu güzel yurt talihsizdir" diyor, çünkü, Tanrı bütün milletlere yurt dağıtırken, Abhazlar ve Çerkesler geç kalmışlar. Tanrı da kendine ayırdığı bu güzel yurdu vermek zorunda kalmış onlara, "ama hep de gözü kalmış; işte bizim problemimiz budur". Hepimiz gülüşüyoruz.

Sonra bilmem kaç yüz bin göçmenin gemilere binip yurdu terk ettiği limana gidiyoruz. Liman falan kalmamış, güzel bir park olmuş orası, kıyıya küçük bir taş dikilmiş mütevazı ve hoş, yurdunu yitirenlerin anısına modernizm ve feodalizm arasında, eğitim ile görgüsüzlük arasında en önde olmakla, en arkada kalmak arasında sıkışmanın şaşkınlığında, ama yine de dik ve mağrur insanların yurdu bu küçük yer. Sostokovich'in öğrencisi genç yuppiler ile Nazım'la Abhazya otelde votka içip zamparalık yapmış profesör yazarların ve eski KGB ajanlarının ve parti birinci sekreterlerinin aynı kahveye düştüğü ve şakalaştığı bir hoş yurt Apsni.

Fazıl İskender'den açılıyor laf, "Abhaz diyalektini yakalamıştır o" diyor Anzor Mukbe (tiyatro eski müdürü). "Ünü de oradan gelir". Ama bütün Kafkasyalılar ünlü Kabardey'den müthiş gururlanıyorlar, o da Leningrad Senfoni Orkestrası şefi Yuri Temirkanov, şimdilerde Londra Senfoni Orkestrası'nı da yönetiyor. Bütün bunlar olurken tiyatronun önüne şehir orkestrası diziliyor, biraz sonra bir klasik konser başlıyor. Anzor Mukbe arabasının bagajından bir şampanya getiriyor ve patlatıyor, ben üzerime alınıp bir teşekkür konuşması yapıyorum.

Cahit Külebi'den araklıyorum anında.
Sohum'un evleri denize bakar
Sokakları yosun içinde...
Tercüme etmeye çalışıyorlar, sonra şampanya şişesini eline geçiren entelektüel genç muhalif, Mayakovski'den Rusça patlatıyor, ama ben anlayabiliyorum.

Takalar, çapalar, mavnalar
bilyalar gibi suyun yüzünde
bir iner bir kalkar
Sohum'dan kalkan gemiler
sel olur Samsun'a akar.