Kafkasya -
"Gürcüler duyduğumuza göre Türkiye'de
her şeylerini satıyorlarmış" diye
eğleniyordu Ekonomi Bakanı olan
sevimli ihtiyar.
Karadeniz
kentlerinden geçerken kurulan
"kaçakçıdan tüketiciye" pazarlarından
yarı fiyatına Marlboro, yüzde bir
fiyatına fare kapanı gibi abuk sabuk
şeyler satan sosyalizmin çocuklarını
gördüğümüzde 'bu iğneleyici esprinin'
ne menem bir şey olduğunu hissedip
gülememiştik.
2800 yaşında
olduğuna hemen kesin yemin billah
ettiği, bu küçük mistik kentin orta
yerinde bulunan ayakçı kahvesinde,
Türk kahvesi yudumlarken dinliyoruz
Laz şivesiyle Türkçe konuşan Gamidya
Akbey'i.
"Apsni" diyor bu
ülkenin adı, Çerkesce'de
"Tanrı'nın Pınarı", bütün bu
ormanların içinden süzülüp gelen
berrak nehirler ülkesi, güneydeki
çılgın Karadeniz yok burada, sakin ve
ağır başlı bir mavilik uzanır Apsni
kıyısında, "bu güzel yurt talihsizdir"
diyor, çünkü, Tanrı bütün milletlere
yurt dağıtırken, Abhazlar ve Çerkesler
geç kalmışlar. Tanrı da kendine
ayırdığı bu güzel yurdu vermek zorunda
kalmış onlara, "ama hep de gözü
kalmış; işte bizim problemimiz budur".
Hepimiz gülüşüyoruz.
Sonra
bilmem kaç yüz bin göçmenin gemilere
binip yurdu terk ettiği limana
gidiyoruz. Liman falan kalmamış, güzel
bir park olmuş orası, kıyıya küçük bir
taş dikilmiş mütevazı ve hoş, yurdunu
yitirenlerin anısına modernizm ve
feodalizm arasında, eğitim ile
görgüsüzlük arasında en önde olmakla,
en arkada kalmak arasında sıkışmanın
şaşkınlığında, ama yine de dik ve
mağrur insanların yurdu bu küçük yer.
Sostokovich'in öğrencisi genç yuppiler
ile Nazım'la Abhazya otelde votka içip
zamparalık yapmış profesör yazarların
ve eski KGB ajanlarının ve parti
birinci sekreterlerinin aynı kahveye
düştüğü ve şakalaştığı bir hoş yurt
Apsni.
Fazıl İskender'den
açılıyor laf, "Abhaz diyalektini
yakalamıştır o" diyor Anzor Mukbe
(tiyatro eski müdürü). "Ünü de oradan
gelir". Ama bütün Kafkasyalılar ünlü
Kabardey'den
müthiş gururlanıyorlar, o da Leningrad
Senfoni Orkestrası şefi Yuri
Temirkanov, şimdilerde Londra Senfoni
Orkestrası'nı da yönetiyor. Bütün
bunlar olurken tiyatronun önüne şehir
orkestrası diziliyor, biraz sonra bir
klasik konser başlıyor. Anzor Mukbe
arabasının bagajından bir şampanya
getiriyor ve patlatıyor, ben üzerime
alınıp bir teşekkür konuşması
yapıyorum.
Cahit Külebi'den
araklıyorum anında. Sohum'un evleri
denize bakar Sokakları yosun
içinde... Tercüme etmeye
çalışıyorlar, sonra şampanya şişesini
eline geçiren entelektüel genç
muhalif, Mayakovski'den Rusça
patlatıyor, ama ben anlayabiliyorum.
Takalar, çapalar, mavnalar
bilyalar gibi suyun yüzünde bir
iner bir kalkar Sohum'dan kalkan
gemiler sel olur Samsun'a akar.
|