Çeşitli
ulus ve milliyetlere mensup Türkiyeli
aydınları çok yakından ilgilendiren
sorunlar, Birikim'de düzeyli, verimli
ve kırıcı olmayan bir üslupla
tartışılıyor.
Özellikle
yetmişlerin ikinci yarısında Marksist
solun gündeminde önemli bir yer tutan
milli mesele; kendisiyle ilgili
yapılan tartışmalarda, sürdürülen
polemiklerde tarafların ikna olmamayı
düstur edinmeleri yüzünden hırçın bir
alıntılar savaşının ve çok ağır
suçlamalarla Marksist sol içi
bölünmelerin müsebbiplerinden biri
haline getirilmişti.
O
yıllarda tartışma Kürt meselesi
ağırlıklı idi; birlikte
örgütlenme-ayrı örgütlenme,
Kürdistan'ın sömürü olup olmadığı
sorunları merkezi yer tutuyordu. Ve
tartışan tarafların hemen tamamının en
temel başvuru kitapları Lenin'in
Ulusların Kendi Kaderlerini Tayin
Hakkı ile Stalin'in Milli
Mesele'siydi.
Marksist
siyasetlerin Milli Mesele
perspektiflerindeki en belirleyici
etkenin, benimsedikleri devrim
stratejileri olduğu bilinmektedir.
İlave edilmelidir ki; bu siyasetlerin,
farklılıklarının -nüans düzeyinde
olsun, derinlikli sebeplerle olsun-
mevcudiyetine rağmen milli meselenin
burjuva demokrasilerinde değil, nihai
olarak, devrim sonrası kurulacak
sosyalist sistemde çözüleceğine dair
inancı ve fikir birliği vardı. Hem de
sosyalist ülkelerden tatsız ve
şaşırtıcı haberler gelmesine rağmen...
Radikal solun olumsuzluklarını
kısaca belirttiğimiz milli mesele
tartışmalarında öne çıkan Kürt
olgusunu ısrarla gündeme getirerek
sahiplenmesi ve Kürt aydınların
mücadeleleri ile birlikte sorunun
kazandığı meşruiyet, uluslararası
konjonktürün de basıncıyla TC
devletini Kürt varlığını telaffuz
etmeye sevk etti.
Çok uluslu
bir imparatorluktan, farklı ulus ve
azınlık milliyetlerinin varlığına
rağmen tek bir ulusun varlığını ve
egemenliğini esas alarak cumhuriyete
geçilmesi; ama bu süreçte diğer
etnilerin asimile edilme
politikalarının iflas etmesi, yanısıra
tüm etnilerin onayı ve gönüllü
katılımıyla yeni bir demokratik
kimliğin oluşturulmaması (zaten
devletin ideolojisinin böyle bir
niyete dahi yer vermemesi), bu yöndeki
istemlere şiddetle karşılık verilmesi;
etnilerin "kendi sorunlarımızı
kendimiz halledelim" gibi bir halet-i
ruhiye içine girmelerine ve sorunun
iyiden iyiye griftleşmesine neden
oldu. Dolayısıyla bu bağlamdaki
tartışmalar, Balkanlar ve Kafkasya'dan
yükselen milliyetçi akımların
önderliğinde halkların birbirlerini
dinmez bir kinle kırma mücadelelerinin
yarattığı infial ve hassasiyetle
yapılmaya başladı; varyant ilaveleri
ve kavram zenginleşmesi ile bu konuda
mesafe katedilir oldu.
Etnik
sorunun global bir gelecek
perspektifiyle ele alınmasının, lokal
çözüm arayışlarının terk edilmesinin
zaruri olduğu kanaati yaygınlaşıyor.
Yeşil-ekolojist hareketin bizce
insanlığa en büyük katkısı olan,
gelecek tahayüllerinin gezegenimizi
gözeten bir anlayışla kurulması
duyarlılığı, solun
eşitlikçi-özgürlükçü postülaları ile
birleştirilerek, etnik sorunlara
insani ve evrensel çözümler aranıyor.
Bu arayışa matuf bir tartışma
Birikim'in 30/33. sayılarında Murat
Belge ile Hatice Yaşar tarafından
yapıldı. Düşüncelerimizi açıklıkla
ifade ederek tartışmaya katılacağız.
Türkiye'de Aydın ve Devlet
Yaşadığımız coğrafi kütlede
aydınlarla ilgili yapılan
araştırmalar, en genel anlamda,
Osmanlı aydını-Tanzimat
aydını-Cumhuriyet aydını silsilesinde
tespit ediliyorlar. Çeşitli tanımları
yapılan aydın kavramı, tanımı
yapanların ideolojilerine, kavrama
yükledikleri anlama göre içerik
değişikliğine uğrayabiliyor, daha
farklı kategoriler saptanabiliyor ve
nihayet işlevleri değişebiliyor. Tarih
arenasında ilk göründüğü yer olan
Batı'da aydının en belirgin vasfı
iktidarla/otoriteyle çatışması,
kendisini devletin onayladığından çok
farklı alanlarda tanımlamasıdır.
Dahası açık bir ifadeyle Batılı aydın
iktidarlarla, iktidarı temsil eden
üreten kurumlarla, ideolojilerle
tartışarak biçimlenmiştir.
Türkiye'de ise aydının doğuş ve
gelişim süreci farklı bir seyir izler.
Aydın cenin olarak devletin rahmine
düşüp, sezaryenle doğmasından itibaren
devletin yanında olmuş, devleti bir
tabu olarak algılamıştır. Devletin
temsilcileri ile zaman zaman
çatışması, dejenerasyona karşı
korumaya çalıştığı devleti güçlü
kılmak arzusundandır. Bütün
performansı, çabası, devletin ihyasına
ve bekasına hasredilmiştir. Burada bir
parantez açmak gerekiyor: Cumhuriyet
aydını için de geçerli olduğunu
düşündüğümüz bu paradoksla birlikte
statükocu aydın tipi altmışlarda ciddi
bir sarsıntıya uğramış resmi
ideolojiyi sorgulayan, devletin
üzerindeki gölgesinden sıyrılmaya
çalışan bir aydın bölüğü sesini
duyurmaya başlamıştır.
Devletten kopuş sürecini başlatan bu
yeni tip aydın henüz hegemonik bir güç
konumuna gelebilmiş değildir.
Türkiye'de devletin süregelen ve
giden, toplumu yönlendirme, kendisine
tabi kılma geleneğinin ve bu geleneği
besleyen tepeden inmeci egemen
ideolojinin sorgulandığı devlet-sivil
toplum tartışmalarında, cumhuriyet
aydınları sivil toplumun
güçlendirilmesinin gereğini ifade
ederlerken bile devletin varlığına
halel gelmesi çekincesini koyarak
aydın-devlet ilişkisinde devletin
yanında yeralma mayasıyla
yoğrulduklarını kanıtlamışlardır.
Ancak bir kısım, sosyalist formasyona
sahip aydının bu çerçevenin dışında
olduğunu belirtmemiz gerekiyor.
Tartıştığımız konudan çok uzaklaşmamak
için daha fazla ayrıntıya girmeyerek
parantezi kapatıyoruz.
Osmanlı İmparatorluğu’nun
dağılışında, imparatorluk bünyesinde
yeralan ulusal azınlıkların
bağımsızlık mücadelelerinin önemli rol
oynadığı devlet katında ve aydınlar
nezdinde kabul görmekte idi.
Cumhuriyet devleti de, bu kaygıdan
olmalı, Kürt varlığının ifade
edilmesini, Kürtlerin ulusal
taleplerde bulunmalarını varlığına
yönelik ölümcül bir tehdit olarak
algıladı ve tenkil politikalarıyla
tehdidi bertaraf etmeye yöneldi.
Osmanlı-Tanzimat-Cumhuriyet
aydınlarında süreklilik arzeden,
devletin tehdit altında olması halinde
uygulayacağı böylesi politikaları
mubah görme anlayışı, bu sorunda
açıkça belirginleşti.
Aydınların son zamanlarda, birçok
devlet politikasına karşı çıktıkları,
devletin küçülmesini ve libere
edilmesini savundukları akla
gelebilir. Fakat siyasi erkin bizatihi
kendisine/varlığına karşı olmak
farklı, yanlış addedilen
politikalarına karşı olmak farklıdır.
Yukarıda, genel çerçevenin dışında
düşünülmesi gerektiğini belirttiğimiz
sosyalist formasyona sahip bir kısım
aydınlar da eğer, "bir devlete
ihtiyacımız var mı" sorusuna
"hayatımızı irademiz hilafına kontrol
eden, düzenleyen bir makinadan hemen
şimdi kurtulmalıyız" cevabını
veremiyorlarsa, sözkonusu çerçeveden
fazla uzak olmadıkları ifade
edilebilir. Çünkü devletin,
niteliği-işleyiş mekanizmalarının
demokratlığı vb, radikal özgürleşmenin
gerçekleşmesinin önünde koca bir engel
teşkil etme konumunu değiştirmiyor;
kim, hangi ideolojiyle kurarsa kursun.
Milliyetçilik ve
Devlet
Tezahürleri
Her sorunun altında devlet
aramak gibi bir vülgerlik elbette
kabul edilebilir bir şey değil. Ama bu
gayri insani kurumla esaslıca
hesaplaşılmasının lüzumuna inandığımız
her sorunda, devlet olgusu ile dolaylı
ya da dolaysız bağlantıları öncelikle
vurgulamayı bilinçle yaptığımızı
söyleyerek tartışmayı sürdürelim.
Fransız devrimiyle boy gösteren
milliyetçilik ideolojisine ihtiyaç
duymayan, milliyetçilikle şovenizm
arasında gidip gelen politikalar
uygulanmış, daha yerinde bir ifade ile
milliyetçilik/şovenizm günahından
azade (son iki yüzyıllık zaman
kesitindekiler için söylüyoruz) bir
devlet aklımıza gelmiyor. Nedeni
basitçe şöyle ifade edilemez mi:
Devlet, mülkiyet esasına dayanır. Yani
bu "sınırlar dahilindeki toprak bizim
vatanımızdır. Bize aittir. Bu vatan
toprağından, üzerinde yaşayan
milletimizin mensupları bağ, bahçe,
tarla (vb. özel mülk) edinebilirler -
yahut devlet olarak tamamının
tasarrufu bana ait olabilir.
Ancak başkaları bu vatan toprağından
bir karış dahi (tarihsel hakları olsa
bile) edinmeye yeltenemez." Velev ki
yeltenirse, buna karşı koymak için bu
vatanın sahibi olan milletin
evlatlarına gerekli olan ideoloji de
milliyetçilikten başkası olamaz.
Öyleyse
devlet-mülkiyetçilik-milliyetçilik
birbirlerine sıkı-sıkıya bağlı
kavramlardır demek yanlış olmamalı.
Tabidir ki, bu sacayağı iki yüz yılda
evrimler geçirdi, rafineleşti; buna
mukabil korkunç savaşlara,
katliamlara, her zaman bilenmeye hazır
ulusal düşmanlıklara, kinlere zemin
olma potansiyeli işleviyle kullanıma
amade kaldı.
Buradan "Bir
etninin milliyetçilik girdabına
savrulması için illa bir ulus-devlete
ihtiyacı vardır" çıkarmasını
yapmıyoruz. Bu satırların yazarı
Çerkes'tir. Hayatta en fazla yakınlık
duyduğumuz iki halktan biri Çerkesler,
diğeri Kızılderililerdir. Ortak
yanları, devletsiz uygarlık
geliştirilebileceğini göstermiş, ama
tabi oldukları devletlerin
vahşiliğinden nasiplerini fazlasıyla
almış olmalarıdır. Sözü Çerkeslere
getirirsek, bir insanlık trajedisi
yaşayan sevgili halkımız 125 yılı aşan
bir süredir yok olmama savaşı veriyor.
Ve son 20 yılda gittikçe politikleşen
Kuzey Kafkasya'ya geri dönüş tezi,
Çerkesler arasında bir kurtuluş umudu
olarak günden güne güçleniyor. Kuzey
Kafkasya'da muhaceretten ta sovereign
(kimsenin tahakkümü altında olmayan)
bir halk olarak yaşamlarını
sürdürürken Çarlık Rusyası'nın
istilasına uğrayarak, o çok sevdikleri
Oshamzge'ye (mitolojide ateşi
tanrılardan alıp insanlığa verdiği
için tanrılar tarafından
cezalandırılan ve cezasını çekmek
üzere zirvesinde çarmıha gerilen
Prometheus'un bulunduğu dağ), her biri
birer blues şaheseri denilebilecek
ağıt türküleri söyleyip veda ettiler.
Misafir oldukları ülkelerde hep
yeniden Kuzey Kafkasya'ya
döneceklerine ve yeniden sovereign
olacaklarına inandılar.
Ama
muhaceret süresinde, içerisinde
yaşadıkları kültürlerin empozesiyle
devletsizliği bir uygarlık nişanı
değil, kaçınılmaz bir moment olarak
görerek, kendi Çerkes ulus
devletlerini kurma özlemini duymaya
başladılar. Bugün geri dönüş
düşüncesi, ne yazık ki bu özlem
yüzünden sakatlanmış görünüyor. Ve
ister istemez niyetçilik eğilimleri
Çerkesler içinde kök salıyor. Ezilen
ulus milliyetçiliğini demokratik,
ilerici bir muhtevayla mücehhez gören
bazı solcu Çerkes aydınlarında da
milliyetçilik eğilimleri benimseniyor
-en azından mücadele hedefleri içine
katılmıyor.
Bu durumdan çok
tedirgin olduğumuzu belirtmeyi
bilhassa gerekli görüyoruz. Çünkü
inanıyoruz ki milliyetçiliğin doğrusu,
hoş görülebilecek veya
desteklenebilecek türü yoktur ve
olmayacaktır. Devlet gibi,
milliyetçiliğin de gelecek
tahayyülümüzde çoktan tarihin
çöplüğüne fırlatılmış ilkellikler
envanteri içerisinde sayılmasının
topyekun özgürleşmemiz açısından bir
ilk koşul olduğunu ileri sürüyoruz.
Gezegenimizde kurulacak, bütün
canlıların korunup gelişebileceği,
layık olduğumuz dünya uygarlığında
devlete, milliyetçiliğe ve mülkiyetçi
hırslara, arzulara yer olmamalı.
|