KAFKASYA'DAKİ ADİGELERDE BİR KURBAN TÖRENİ
Theodor Lapinski
Çeviri: Ö. Göneralp
Tarih ve Toplum, Ocak, 1989
                         
...................
 
...................

Bu yazı, en eski dinlerin izlerinin, çok yakınlara kadar nasıl Hıristiyanlık içinde de süregeldiğine tanıklık ediyor.

Kuban Nehrinin ağzından, Karadeniz'e dökülen küçük Şapzuha Irmağına kadar uzanan topraklarda bir zamanlar Latin Hıristiyanlığı hüküm sürüyordu. Bugün hala bu yörede Latin harfleriyle yazılmış kitabelere, üzerlerinde tahtadan yapılmış veya taştan basitçe oyulmuş haçlar bulunan anıt-mezarlara rastlanıyor. Müslümanlığı yeni kabul etmiş olanlar, bu mezarları buldukça, adeta şevkle, yok ediyorlar. Dağlıların, içlerini iyice araştırdıkları anıt-mezarlarda Latin harfli kitabeler, Cenova Cumhuriyeti'nin arması işlenmiş silahlar, yine önemli miktarda Cenova işi altın ve gümüş para bulunuyor. Bulunan silahlar arasında kılıçlar çoğunlukta, öylesine ki, bu silahlardan her mezarda on tane ya da daha çok sayıda bulmak mümkün.

Bu silahlı, girişken Cenovalı tüccarların merkezi, Abaza yöresinin kuzeyindeydi. Mallarını Kırım'daki Theodosia'dan (Kefe'den) Anapa, Soğucak ve Gelencik'e yolluyorlardı. Bu noktalardan Kuban'a üç yol gidiyordu ve nehrin sağ yakasını izleyen kervanlar, Azak Denizi'ne kadar uzanabiliyordu. Bu yollar, Cenova pazarı ile kuzeydeki Türkistan, İran ve Çin arasında bağlantıyı sağlıyordu. Bugün bunlardan fazla bir iz kalmadı. Kalanların en önemlileri, Mesib'den başlayıp dağlık araziden geçerek Abin Nehrine ulaşan, kayalar oyularak açılmış ve öldükçe iyi sayılabilecek bir yol; Aberde ormanında bir yol olduğunu gösteren kimi izler; duvarları Avrupa usulü yapılmış konut kalıntıları; nihayet Şipsahur'daki yüksek bir dağın zirvesine yapılmış bir savunma kulesinden geride kalanlar...

Mezarların üstündeki toprak yığınları hala duruyor. Bir de harabe haline gelmiş, çok derin olması gereken, ancak Avrupalı işçilerin yapmış olabileceği bir kuyu var. Ama içlerinde en güvenilir kanıt, anıt-mezarlar. Adigelerin Katolik inancını Cenovalılardan aldıklarını, yabancıların geri gitmelerinden sonra ise bir inanç karmaşasına düştüklerini ve bunlardan günümüzde sadece Hıristiyanlığın sembolü olan haçın (istavroz) kaldığını kesin gibi kabul edebiliriz. Bu kutsal sembole hala saygı gösterildiğini, Müslümanlığın güçlü etkilerine karşın, tüm evlerde bulunmasından çıkarmak mümkün. Namazlıklara çoğu kez iğne ile işlenmiş veya dokuma sırasında yapılmış haçları gördüğümde hayret ettim. Evet, yeni Müslüman olmuş biri, başını eğip, anlamından habersiz olduğu haçın üzerine alnını koyuyor.

Ve gerçekten, yerli halktan hiç kimse, bana haçın anlamını açıklayamadı. Bu kutsaldır, çünkü büyük Tha'nın (Tanrı'nın) oğlu Yezha'nın da (İsa'nın da) haçı vardı... Mara'nın da (Meryem, Maria) büyük, ilahi bir saygınlığı var. Ona Tha-Nan (Tanrı Ana) olarak saygı gösteriliyor. Ama acaba o, babanın mı, yoksa oğulun annesi mi, bilmiyorlar. Bu adlarla haçın dışında, Hıristiyan inancıyla ilgili en ufak bilgileri yok. Adige ülkesinde en büyük bayram olarak Temmuz ayı içerisinde Mara'nın (Meryem'in) yeryüzünden gökyüzüne çıktığı gün kutlanır. Rivayete göre Mara, o gün yeryüzüne iner, şenliklere katılır, kendisini anımsayanları takdis eder ve insanları kötülüklerden korur. Ama onu kimse göremez. Bir zamanlar Hıristiyan olan bu küçük halkın dinsel adetleri hakkında okura bir fikir vermek için, başından sonuna kadar dikkat ve ilgiyle izlediğim törenlerinden birini geniş bir şekilde anlatmak istiyorum.

1858 yazıydı. Bşar Nehri boylarında yaşayan dağlı halkların nüfus sayımı, vergilendirilmesi gibi işleri organize ediyordum. Bir sabah bir heyetin geldiğini haber verdiler. Sakalları kar beyazı altı yaşlı adam, beni geleneksel ibadet törenlerine davet ediyorlardı. Yerli halktan pek çok kişi, askerlerimden bazılarının göğüslerinde küçük haçlar taşıdığını, ayrıca benim ve bazı askerlerimin Bşat Dağında yol boyunca dikilmiş haçların önünden her geçişimizde anayurdumuz Polonya geleneklerine göre keplerimizi çıkardığımızı farketmişti. Halbuki Çerkes, Türk ve yeni Müslüman olmuş bir Adige bu simgelere (haçlara) hor bakmakta veya küçümsediğini açığa vuran jestlerle onları selamlamakta, ara sıra da kırıp yok etmektedir. Yaşlılar bana tüm bunların dağlarda ağızdan ağıza dolaştığını söylediler ve halk bu nedenle bizim törende bulunmayı reddetmeyeceğimizi ümit ediyordu. Daveti kabul etmemektense, bu törende bulunmayı çok istiyordum. Öğle saatlerinde iki subay, sekiz asker, gelen heyet ve ona katılmış olan yüzden fazla atlı bir grupla birlikte karargahımdan bir saat uzaklıktaki tören alanına gittim. İbadet için hazırlanmış yeri gördüğümde, burası bana, Druydelerin¹ kutsal ormancılıklarını anımsattı.

Çok büyük, yüzyıllık meşe ağaçları bir daire oluşturmuştu. Onların koyu gölgeleri ortadaki işlenmemiş taştan yapılma bir sunağa vuruyordu. Sunağın üstünde büyük ve çok eski, tahtadan kaba yapılmış bir haç yükseliyordu. Masanın etrafında boynuzlarından delikanlıların tuttukları dört tosun, sekiz koyun ve sekiz teke sıralanmıştı. Sunağın taş yüzeyinin öne doğru uzanmış olan kısmı üstünde içlerinde ekmek, buğday ve mısır unundan yapılmış kekler, bal ve tereyağı bulunan çanaklarla, süt ve şuate2 dolu kaplar vardı. Büyük taş masanın tam karşısında, kurbanlık hayvanların ortasında uzun boylu, oldukça dinç, güzel gümişi sakallı, başı açık bir adam duruyordu. Onun iki yanında birer erkek çocuk dikilmişti. Soldaki çocuk, birbiri üstüne konmuş, tahtadan yapılmış üç çanağı tutuyordu. Soldaki çocuk, tuttuğu yuvarlak bir tahtanın üstünde ise, değişik büyüklükte üç bıçak vardı. Kalpaklarını koltuklarının altına sıkıştırmış olan erkekler büyük taş masanın etrafında yarımay şeklinde geniş bir halka oluşturmuşlardı. Onların biraz gerisinde çok sayıda kadın ve kızdan oluşan bir grup vardı. Taş masadan yüz adım kadar ötede, yarımay şeklinde yanan otuz civarında ateş bulunuyordu. Ateşlerin üzerine asılmış olan büyük kazanlarda su kaynıyordu.

Uzun boylu yaşlı adam taş masanın önünde dua ediyordu. Bakışları, sabit bir şekilde, anlamını bilmediği kurtuluş işaretine (haça) dikilmişti. Biteviye dua ediyor, dudakları oynuyordu; ellerini bazen yukarıya kaldırıyor, bazen göğsünün üstüne haç şeklinde indiriyordu. Bu hareketi öbür erkekler de tekrarlıyorlardı. Ben duanın sözlerini anlayabilmek için olabildiğince yaklaştım. O sıralar Adige dilinde konuşulan her şeyi hemen hemen anlayabiliyordum.

Tha dahe,
Tha şuba, tamişkı,
Yezha Tha-ok,
Mara Tha-nan,
Tha, Tha!

Anlamı şu:
Güzel Tanrı,
Biz zavallılar, dua ediyoruz sana,
İsa Tanrı'nın oğlu,
Meryem Tanrı'nın annesi,
Tanrı, Tanrı!

Toplantıya katılanların tümünün; erkeklerin derin, iniltili; kadınların ise uzatılmış ağlamaklı sesleriyle tekrarladıkları bu sözler dua boyunca kulağıma çarptı durdu. Başka bir söz tutamadım aklımda. Ve daha sonra ihtiyar, duasının anlamını sorduğumda, esrarlı bir tavır takındı, konuşmak istemedi. Bu zavallının kendisinin de söylediklerinden bir şey anlamadığına eminim. Ne o haç çıkardı, ne de orada bulunanlardan biri...

Törene katılanlar hemen hemen çeyrek saat kadar yaşlı adamın dualarını tekrarlayıp şarkı söyledikten sonra, ortalık biraz duruldu. Yaşlı adam, kalpağını giydi. Bunu öteki erkekler taklit ettiler. O, sağındaki erkek çocuğa yönelip çocuğun tuttuğu tahtanın üzerinde duran bıçaklardan birini alarak bana doğru döndü ve yaklaşmam için işaret etti. Sonra bıçağı bana uzattı. Ben bıçağı yanımda durana vermeliydim. O ya yanında durana..

Bıçak bu şekilde hızla elden ele dolaştıktan ve ona tüm erkekler dokunduktan sonra yaşlı adama geri geldi. O şimdi solunda duran çocuğun elinden bir çanak alarak kurbanlık hayvanı kendisine getirmeleri için işaret etti. Altı güçlü delikanlı, tosunu taş masanın ortasına gelecek şekilde yatırdılar ve onu yaşlı adamın sürekli Tha vb. gibi sözler mırıldanarak boğazını kesinceye, kanını da çanağa toplayıncaya kadar tuttular. Kesilen hayvan uzaklaştırıldı ve öteki üç tosun da aynı şekilde bıçak altına yatırıldı. Hayvanlar pişirilecekleri yere, ateşin yanına taşındılar.

Yaşlı adam gözlerini, ellerini ve kanlı bıçağı haça doğru kaldırarak malum duaları yüksek sesle okudu. Herkes bunu tekrarladı. O daha sonra çocuğun tuttuğu tahtanın üzerindeki ikinci bıçağı aldı. Bu bıçak da tıpkı birincisi gibi tur yaptıktan sonra geri geldi ve onunla sekiz koyun kesildi. Koyunların kanı ikinci çanakta toplandı. Yeniden haça doğru dönerek kısa bir dua okundu. Ardından üçüncü bıçağa herkes aynı törenle dokunduktan sonra onunla da tekeler kesildi. Son olarak da yeni kısa bir dua okundu.
Yaşlı adam, şaşılacak zindeliğine ve becerikliliğine karşın, ki bunu kurbanlık hayvanları keserken kanıtlamıştı, görünür bir şekilde yorulmuştu. Kesme işi bir saatten fazla sürmüştü. Kurban kanıyla doldurulmuş üç tahta çanak, taş masanın sağında duran plaka üzerine konuldu. Ve az sonra yaşlı genç herkes, elindeki bir mendil veya bez parçasını, olmazsa sadece parmağını kana banmak için çanaklara doğru itişerek yaklaşmaya başladılar. Bunu insan ve hayvan hastalıklarına ve büyüye karşı bir çare olarak görüyorlar. Pek çok erkeğin de silahlarının üzerine bir damla kan damlattığını gördüm. Ama sormama rağmen bunun kendilerine nasıl bir yarar sağlayabileceğini öğrenemedim.

Birinci bölüm son buldu. Şimdi ikincisi başladı. Bekar gençlerin tamamı kazanların bulunduğu ateşin yanına gittiler ve hayvanların derilerini yüzmeye, etleri kıymaya, ziyafet yemeğini hazırlamaya başladılar.
Bana refakat eden Avrupalıların canları sıkıldığından, tümü ateşin yanına gittiler. Ama ben ayini hazırlıksız yöneten rahibi gözden kaçırmak istemedim. Bundan sonraki bölüm için, evli kimselerin ibadeti denebilir. Yaşlı adam, haçtan birkaç adım ötede ayakta duruyordu. Erkeklerle kadınlar değişik dilek ve dertlerini onun aracılığıyla Tha'ya iletebilmek için birbiri ardınca geliyorlardı. Birisinin çocuğu hastalanmıştı, ikincisi ürünü kaybetmişti. Bunun hayvanları ölmüştü. Öbürünün kardeşi Rusların yanında tutsaktı. Birisi düşmana saldırmak istemişti. Bir başkasının karısı kısırdı. Üçüncü kadın ise hep kız doğuruyordu. Hiç oğlu olmuyordu.

Yaşlı adam herkesin bu ve buna benzer dileklerini büyük bir ciddiyetle dinliyordu. Sonra taş masaya gidiyor, kalpağını koltuğunun altına sıkıştırıp bir süre mırıldanıyordu. Ardından, sırası geleni dinlemek için yeniden eski yerine dönüyordu. İnanç sahiplerinden birisi aşikar bir şekilde kızgın ve tamamen isyankardı. "Ne yapıyor o, büyük Tha" diye yüksek sesle ve şimşek şimşek gözlerle bağırdı. "Ona karşı yapmam gereken görevlerde ben hep ilk sıradayım. En güzel hayvanlarımdan, en iyi balımdan fedakarlık ediyorum. Ve annem ise iki yıldır yatalak. Ne yaşayabiliyor, ne de ölüyor. Eğer o hiç kimse ile ilgilenmezse, ne olur sonra! Herkes onu terkeder, yeni Tanrı Allah'a ve Muhammed'e gider. Pek çok kimse de zaten böyle yaptı".
Bu tehdidin yaşlı adamın hiç hoşuna gitmediği görüldü. Öteki Adigeler tarafından da adamakıllı haşlanmış olan şikayetçiye sert bir şekilde çıkıştı ve büyük Tha'yı Allah'la Muhammed'e karşı belagatla savundu.

Şimdi ayinin Hıristiyan'ca olan bölümü başladı. Yaşlı adam, taş masaya gitti, eline büyük bir parça pasta aldı ve toplanmış olanlara dönerek ciddi bir sesle konuştu: "Büyük Tha için getirmiş olduğunuz ekmek, onun masasında durdu ve böylece kutsallaştı. Bu ekmekten yiyin, o size şans getirecektir." Pastadan koparttığı küçük parçaları orada bulunanların bir kısmına dağıttı. Daha sonra içi Şuate dolu bir kase aldı ve herkes bundan sırayla içti. Yukarıda da belirttiğim gibi, törenin bu bölümüne evli erkekler ve kadınlar gelmişlerdi. Bu törenin, Hıristiyanlıktaki kutsal akşam yemeğinin dağıtılmasıyla pek çok benzerlikleri var. Hıristiyanlığın ilk dönemlerindeki bir ayinde bulunuyormuş gibi oldum.

Herkesin pastadan payına düşen parçayı yemesinden ve bir yudum Şuate'sini içmesinden sonra, yaşlı adam kendisinden sonra koronun da tekrarladığı malum duayı bir kez daha okudu. Böylece ayin sonra erdi. Çoğu kimse, ateşlerin yanına gitmişti, ötekiler de kutsal ağaçlığın gölgesinde gruplar oluşturdular. Herkes yemeği bekliyordu.

Yiyecekler hazırlanır hazırlanmaz yemekler taşındı. Genç kızlarla delikanlılar Adige geleneklerine göre yaşlı olanlara hizmet ettiler. Herkes altılı veya sekizli küçük gruplar halinde alçak, yuvarlak masaların etrafına oturdu. Bulgur gibi hazırlanmış olan darı ile kaynatılmış kurbanlık hayvanlar, asla iştahsızlık çekmeyen dinç Adigelerin dişleri arasında yok oldular. Getirilmiş olan muazzam miktardaki yiyecek maddesinden kemikler dışında bir şey artmadı. Bir yerleşim bölgesinin bin kişiyi aşan tüm yaşayanları ziyafete katılmıştı.

Ne var ki, taş masanın üzerinde duran yemeklere dokunulmuyor. Bu yemekler ya yolunu şaşırmış bir yolcuyu güçlendirmek için ayrılmış sayılıyor veya büyük ruh gecenin sessizliğinde onları hizmetkarlarına aldırtıyor. Bu da büyük bir uğura işaret sayılıyor. Duyduğuma göre bu mucize daima gerçekleşiyormuş. Ama ben, saygıdeğer rahipten, bu konuda emeği geçmiş olabileceğinden kuvvetle şüpheleniyorum. Kurban bıçakları, çanaklar ve kurban derileri de yasal olarak onun hakkına düşüyor.

Düşünceli bir halde atla karargaha döndüm. Nedendir acaba? Onlar da bizim gibi aynı ırktan bir halk. Hıristiyanlıktan, en azından yüzeysel de olsa, vazgeçmemiş. Kendisini barbar olarak nitelendiremeyiz; pek çok Avrupa ülkesindeki çiftçilerden daha uygar. O ki, söylemek gerekirse, Avrupa'nın kapılarında oturmakta ve nüfusu birbuçuk milyon. Nedendir acaba, diye düşündüm, Katolik ve Protestan misyoner gruplarından hiçbiri İncil'in tohumlarını bu hazır toprağa serpmeye kalkmadı? Ama misyonerler Çin'e, Japonya'ya, Afrika içlerine ve Avustralya'ya gidiyorlar. En aşağı ırkları, Papuaları ve ateşe tapanları Hıristiyanlaştırmak için denemeler yapıldı. Fakat en güzel, ayrıca doğaçtan en zeki halkların manevi kurtuluşu için ise kayıtsız kalındı. Yüzyıllardır dinin Avrupa'da politikanın arkasında kalma zorunluluğu üstüne, kendime bir yanıt veremedim. Böylece, güçlü Türkiye'nin bu ülkeler üzerinde hak iddia etmesi süresince Babıali'nin öfkesi dinsel bir propaganda ile uyandırmaktan çekinildi.

Bugün ise güçlü Rusya bu ülkeleri zaptetmeye çalışırken çarların hoşnutsuzluğunu tahrik etmekten korkuluyor. Türkiye ülkeyi boyunduruk altına almak için girişimlerde bulunduğu sürece, ülke, en azından bazı geleneklerde Hıristiyan olarak kaldı; Rusya saldırmaya başladığında Müslüman oldu.

Globus, cilt 2, sayfa 378-380, Hildburgshausen 1862


1) Druyde: Putperest dönemde Kelt din adamlarına verilen isim. Köken olarak Galce'den gelmektedir.
2) Şuate: Kuzey Kafkasya'da yapılan geleneksel bir içki türü. Temel malzemesi, bal ve meyvadan oluşmaktadır. Sistem olarak mayalamaya dayanır.