SOVYETLERİN LÜBNAN'I
Murat Çulcu
Günaydın, 23-27 Ocak 1990 
                         
...................
 
...................

İşte Kafkasya'nın değişmeyen gerçeği... Sancı... Katliam... İşgal ve Kan...
Önce Kafkasyalılar.. Ardından Osmanlılar ve İranlılar.. Sonra Ruslar... Ve İngilizler, Almanlar, Amerikalılar...

Kafkasya tarihini, "Petrol öncesi" ve "Petrol sonrası" diye ikiye ayırmak gerekiyor. Zira petrol öncesi çekişme ve çatışmalar bölge ile civarında yaşayan toplumlar arasında cereyan ediyordu. Petrol sonrasında ise, "Dış mihraklar" devreye girdiler...

18'inci yüzyıl sonralarına kadar, Kafkasya'da görülen Osmanlı, Rus ve İran çekişmelerine, 19'uncu yüzyıla girilmesiyle birlikte İngilizler de katıldı. İngilizler Rus ordularına karşı savaşan Şeyh Şamil, Hacı Murat ve Şeyh Mansur'u destekledi, sözler verdi.

"Ulusal Devlet" kavramının etkinlik kazanmasıyla birlikte (19 ve 20'inci yüzyılda), dünya yüzündeki bazı bölgelerin haritaları savaş veya barış yoluyla, belli bir zaman süreci sonunda kalıcı biçimde belirlendi. Ancak bazı bölgelerin kalıcı haritasıyla ilgili kesin sonuç bir türlü alınamadı.
"Sancısız bir haritanın saptanması" konusunda en talihsiz bölgelerin başında ise SSCB'nin hudutları içinde bulunan "Kafkasya Bölgesi" geliyor.
Kafkasya Bölgesi'nde üç cumhuriyet, iki özerk bölge, sekiz milliyet, iki din, (en az) beş mezhep yer alıyor.

Ancak "Bu bölgede sancı niçin dinmiyor?" sorusuna verilebilecek yanıt bununla da sınırlı kalmıyor. Bu ırksal ve dinsel nedenlere, başka nedenler de eklemek mümkün... Siyasi nedenler... Ekonomik nedenler... Stratejik nedenler... Askeri nedenler... İdeolojik nedenler...

... Ve tüm bunların "cem olduğu" (toplandığı) tarihi nedenler...
"Kafkasya sancısı"nın dinmesinin ve bazen de "kanama" yapmasının bunca nedenine paralel olarak, bir de bölgedeki yaraları kaşıyan "Yabancı parmaklar" dikkate alınacak olursa, sanırız sorunun boyutları daha bir belirginlik kazanır.

Konuya girmeden önce, son derece belirleyici olan bir gerçeğin daha altını çizmekte yarar var:

Kafkasya'da zengin petrol ve maden yatakları bulunuyor...

Üstelik Kafkasya petrol ve maden bakımından zengin, güney ülkelerine giden yolun, tam üzerindeki bir kavşak noktası...


Petrol öncesi Kafkasya

Kafkasya tarihini "Petrol öncesi" ve "Petrol Sonrası" diye ikiye ayırmak gerekir. Zira, "Petrol öncesi" çekişme ve çatışmalar, bölgede ve civarında yer alan toplumlar arasında cereyan ediyordu.

Ancak "Petrol Sonrası" dönemde giderek şiddetlenen "Dış müdahaleler" gözlenmeye başlandı.

"Petrol Öncesi" dönemde Kafkasya'nın önemi, sadece Anadolu, Orta Doğu ve Güney Asya'ya giden yolların bir "kavşağı" olmasından kaynaklanıyordu. Dolayısıyla bölgede geçen "Göçer kavimler" kısa fasılalarla etkili olabiliyor, fakat daha dinamik güçler geldikçe bu etkinlik sona eriyordu.

İlk dönemlerde Lazika ve İberia adlı iki Gürcü İmparatorluğu adından bahsettiriyor. (MÖ. 6-7'nci yüzyıl), bilahare, Sasaniler ve Bizanslılar egemenlik için boy ölçüşüyorlardı. Daha sonra Karadeniz-Anadolu ve Hazar Denizi - Iran bölgelerinde güçlü olan hükümdarlar etkinliklerini hissettiriyorlardı.

Bölge dağlık olduğu için nüfus az ve toprak boştu.

Ancak, Türk Kavimlerinin gücü giderek hızlanıyordu. Böylece Türkler de bölgede varlıklarını hissettirmeye başlıyorlardı. Bu nüfus hareketleri 15-1 6’ncı yüzyıllarda Osmanlılar lehine hayli ağırlık kazandı. 17'nci yüzyıla girerken Kafkasya'da sadece iki güç kalıyordu: Türkler ve İranlılar.
Böylece 1639 da ilk kez iki ülke Kafkasya'da bir hudut üzerinde anlaşıyordu.

Bununla birlikte Osmanlı ve İran'ın egemenliğindeki bölgede çeşitli ırklardan toplumlar yaşıyordu. Gürcüler... Persler... Türkler... Ermeniler... Abhaz ve Çerkesler, ve Tatarlar...

Dinsel Mozaik ise, Irksal Mozaik kadar karışıktı...

Acemler, Azeriler, Tatarlar, Abhazlar ve Çerkesler (Bir kısmı Hıristiyan) Müslüman; Ermeniler, Hıristiyan (Bir kısmı Katolik, bir kısmı Ortodoks). Gürcülerin bir kısmı Müslüman bir kısmı Hıristiyan'dı.

Ancak Müslümanlar arasında da Sünnilik ve Şiilik başta olmak üzere mezhep ayrılığı vardı.

Bu nedenle gerek Osmanlılar, gerekse İranlılar bölgeye doğrudan egemen olmak yerine daha hoşgörülü ve yumuşak bir yaklaşım sergiliyor, "Dolaylı" egemenliklerini sürdürüyorlardı. Ortada paylaşılacak bir zenginlik veya nüfusa dar gelen bir "Sınırlı toprak" sözkonusu olmadığı için, tüm bu topraklar prenslikler, derebeylikler, ağalık hatta emirlikler şeklinde yaşamlarını sürdürüyorlardı. Bir bakıma “Özerk” sayılabilirlerdi.


18'incl yüzyıl, Ruslar devrede

Ancak 18'inci yüzyılın başından itibaren bölgeye inmeye başlayan Ruslarla mücadele giderek sertleşmeye başlıyordu. Gerek yerel Kafkasyalılar gerekse bölgede egemenliğini sürdürmeye çalışan Osmanlı ve İranlılar, Ruslardan rahatsızlık duyuyor ve bu rahatsızlık günden güne artıyordu. Nitekim 1722 yılında İran’da iç kavgalar başlayınca, İmparator 1'inci Petro’nun emrindeki Rus kuvvetleri Bakü’nün kuzeyine kadar indiler. Böylece Ruslar "Kafkasya'da biz de varız” diyor, egemenlik ortaklığına talip oluyordu.

Nitekim 19'uncu yüzyılda Osmanlı ve İran devletlerinin zayıflaması, Ruslara avantaj sağlamaya başladı ve sonunda, İran devre dışı kaldı. Böylece Kafkasya Bölgesi'nde Osmanlılarla Ruslar baş başa, bir başka deyimle karşı karşıya kalıyorlardı.


19'uncu yüzyıl Kafkasya'

19'uncu yüzyılın başından itibaren sıcak denizlere inmeyi özleyen Rusya tüm cephelerde olduğu gibi Kafkasya üzerinden de güneye sarkmaya başlayınca karşısında Osmanlı ordusunu buldu. Tarihe “1828-29 Türk-Rus Savaşı” başlığıyla geçen bu savaşta Rusların hedefi bir yandan Anadolu’ya inmek, diğer yandan İstanbul’a ulaşmaktı. Osmanlıların hedefi ise, Rusları sıcak denizlerden ve ticaret yollarından uzak tutmaktı. Bu hedef İngilizlerin de işine geliyordu.

Bu çatışmalar sırasında Kafkasya'daki halklara kimse birşey soracak durumda değildi. Bu nedenle onlar da sadece tercihlerini yapmak durumunda kalmışlardı. Nitekim Hıristiyanlar Rus, Müslümanlar ise Osmanlı saflarını tercih ettiler. Bu, bir bakıma Kafkasya'daki kavimler arasında da belirleyici bir ayırım oldu.

1828-29 Osmanlı-Rus Savaşı sona erdi ama, Ruslara karsı yerel direnişler başladı. Çerkesler, Çeçenler ve Dağıstanlılar... Dağlarda Ruslara karşı gayri muntazam fakat şiddetli savaşlar veriyorlardı.


İngiliz etkinliği başlıyor

19'uncu yüzyıl başlarına kadar Kafkasya'da görülen Osmanlı- Rus ve İran çekişmelerine, 19'uncu yüzyılla birlikte İngilizler de katılmaya başladılar.
O sırada İngilizler Güney Asya'da hayli güçlenmişlerdi. Bu güçlerine kimseyi ortak etmek de istemiyorlardı. Hatta Osmanlıları bir ölçüde kabul etmiş sayılırlardı. Ama, buna bir de Rusların eklenmesini kabullenmeleri mümkün değildi.

Oysa 1828-29 savaşı sırasında Rus orduları İstanbul önlerinde görülmüşlerdi. Bu Rusların sıcak denizlere inmesi tehlikesini de ortaya koyuyordu ki, İngilizler rahatsızlık duymaya başladılar.

Bu nedenle de Kafkasya'da Rus ordularına karşı savaş ve direnişleri desteklemeye, hatta yardımcı olmaya başladılar. Şeyh Şamiller, Hacı Muratlar, Gazi Mollalar, Şeyh Mansurlar, 1830-1852 arasında Ruslara büyük rahatsızlık ve kayıplar verdirdiler. Bu arada Osmanlılar ve İngilizler bazı sözlerinde durmadıkları için bu güçlerin güvenini geniş çapta yitirdiler.
Ancak Kırım harbi başlamak üzereyken Kafkasya bölgesindeki egemenliğe bir ortak daha çıkmıştı: İngiltere.


Azerbaycan'ın 2 Berlin'i Nahcivan ve Karabağ sorununda perde arkası

20'inci yüzyılın başında Kafkasya bölgesi petrol, yeraltı zenginlikleri ve stratejik yapısı nedeniyle başta Rusya olmak üzere İngiltere, Fransa ve Almanya gibi gelişmiş ülkelerin ilgisini çekiyordu.

Gerek 19, gerekse 20'inci yüzyıl boyunca ittifaklar kuruluyor, ittifaklar dağılıyor, dostluklar düşmanlıklara, düşmanlıklar dostluklara dönüşüyordu.
Ancak "Din", tüm bu çalkalanmalarda belirleyici bir unsuru teşkil ediyordu. Müslümanlar Osmanlıların yanında yer alıyor, Ermeniler ise kah İngilizlerle, kah Ruslarla işbirliğine giriyorlardı. Ancak Ruslar ve İngilizler, Ermenilere bol gelecek bir elbise dikiyor, onlara “Büyük Ermenistan” vaad ediyorlardı. Böylece, bölgede güvenecekleri bir "Dindaş devlet' oluşturacaklardı.


Ermeniler hep sahnede

Ermeniler de Osmanlı ve Türklere aldırmaksızın güçlerinin üzerinde girişimlerde bulunuyor, "Büyük Ermenistan" devletini kurmak için işe soyunuyorlardı.

En uygun zaman 1920'li yıllardı. Osmanlı imparatorluğu Sevr masasına yatırılarak parçalanmış, Azerbaycan'daki Türk varlığının arkasından Anadolu'daki Osmanlı desteği çekilmişti. Ancak, Ankara'daki dinamizmi ve Kafkasya'daki Kazım Karabekir kuvvetlerini dikkate almayan Ermeniler, İngilizlerin de kışkırtmasıyla Kars'a saldırınca işler değişti. Türk Ordusu'ndan beklemedikleri bir tokat yediler. O zaman, İngilizler, Ermenilerin hiç de biçilen elbiseyi dolduracak bir cüsseye sahip olmadıklarını anladılar. Ancak iş işten geçmişti. Anadolu'daki Ermeniler de Erivan'a çekilmişti ama, nüfusça hiç de kalabalık değillerdi.

1856'da Osmanlı- Rus Savaşı'nda Türkler, Kırım'da zafer kazanmışlardı. Kafkasya'da da aynı durum umuluyordu. Ancak İngilizler desteğini çekince devreye Almanlar girdi. Ama yeterli olmayacaktı.


Osmanlıların "93 Harbi" hezimeti

Rus Ordusu Yeşilköy'e kadar geldi. Bulgaristan elden gitti. Erzurum düşmanın soluğunu ensesinde hissetti, ünlü “Ayastefanos Anlaşması” ile işgal durdurulabilmişti. Von Moltke'nin Prusyalı generalleri ortadan kayboldular. Daha önce yüz çeviren İngiltere ise, bu kez “Kurtarıcı” rolüne bürünmüştü...

1828-29 savaşı sırasında Rus askerlerinin İstanbul önlerinde görülmesi, sıcak denizlere egemen olması ve özellikle Güney Asya'da kolonileri bulunması nedeniyle İngilizleri rahatsız etmişti. Bu nedenle İngilizler, Kafkasya'daki bazı Müslüman kavimlerle "Dirsek teması" kurdular ve bölgeye ellerini soktular. 1830-1850 yılları arasında bu kavimler Ruslara karşı başarılı savaşlar verirken, Ruslar da ilk kez bölgedeki Ermenileri Müslümanlara ve özellikle de Osmanlılara karşı kışkırtmaya giriştiler. Ermeniler savaş sırasında zaten Müslümanlara karşı, Rus Ordusu saflarında yer almış, düşmanlıklarını açıkça ortaya koymuşlardı.
Böylece Osmanlı Devleti'ne karşı Ermenileri ilk kez Ruslar kullanmaya başladılar. Buna karşılık İstanbul'daki İngiliz sefirlerinin Rus yayılmasına karşı mücadele etmesi bir gelenek halini almıştı. Bu geleneğin öncüleri ise, 1834-41 yıldan arasında elçilik yapan Ponsbony ve 1842-1856 yılları arasında görevi yürüten Stratford Canning idi.

Rusya ile Osmanlılar arasındaki anlaşmazlıklarda, Osmanlıların tarafını tutan İngilizler hem üst düzeyde, hem de askeri düzeyde Türklere geniş destek veriyorlardı. Nitekim 1853 yılına girilirken durum iyice gerginleşmişti. Osmanlılar muhteşem savaşı gözönüne alarak Trabzon, Erzurum ve Batum'da İngiliz Albay Williams'ın gözetiminde modern tahkimat hatları kuruyorlardı. 1853 yılı boyunca Türklerin Kafkasya'daki yığınağı önemli oranlara ulaşmıştı.


Kırım Harbi

Nitekim 27-28 Ekim gecesi Batum Garnizonu Kumandanı Ahmet Paşa, St. Nicholaus kalesindeki Rus mevzilerine saldırdı ve aldı. Böylece Kafkasya bir kez daha kana bulanıyordu.

Bu çatışmalarda Ermenilerle birlikte Gürcüler de Rus Ordusu'nu destekliyordu. 1812'den beri pek seyrek olarak Ruslarla çatışmış olan Gürcülerin bu savaşta Rusları desteklemesi anlamlıydı. Zira 1828-29 savaşında Ruslar Gürcüleri savaşa sokmamışlardı.

Gürcülerin bu kez savaşa girmesinin ardından varlıklı Gürcü-Ermeni karışımı prenslerin mal ve mülk hırsı yatıyordu. Ayrıca, Hıristiyan Gürcü aydınları, Rus propagandası altında kalmış ve etkilenmişlerdi.

Buna karşılık Osmanlıları destekleyen Müslüman gruplar kendi aralarında anlaşmazlığa düştükleri için birlik sağlanamıyor bu nedenle de olumlu bir sonuç alınamıyordu. Üstelik savaşın ağırlık merkezi de “Dostumuz İngiltere”nin çıkarları doğrultusunda Karadeniz'e kayıyordu. Zira İngiltere kendisi için tehlike oluşturabileceği korkusuyla Rus donanmasının vurulmasını istiyordu.

Türkler Batı Gürcistan'ı aldı... Ruslar Kars kalesini kuşattı ve savaş 1854-55 yıllarında devam etti...

Nihayet 1856 yılında Paris Antlaşması’yla, Kırım Harbi son buldu. Türkiye Kırım Harbi'nden prestij ve onur kazanarak çıkmıştı. Ancak 1877-78 Kafkas seferi öyle olmayacaktı.


93 Harbi ve yüzkarası

1877-78 Kafkasya seferinin diğer bir adı da 93 Harbi'dir...
Kırım Harbi'nden sonra köprülerin altından akan sular Türk-İngiliz dostluğundan çok şeyler götürmüştü. İngilizlerin yerini şimdi Almanlar alıyor, Osmanlıların kullandığı ağır toplarda da daha çok Krupp markasına rastlanıyordu.

Bunda kuşkusuz "Denge" politikasının da rolü büyüktü. Zira o sırada Avrupa'da iki "Süper güç" yarışıyordu: İngiltere ve Almanya.

Osmanlı Padişahı II. Abdülhamit ise, "Alternatifli" politikadan yanaydı.
Ancak İngiltere'nin Osmanlı, dolayısıyla Kafkasya bölgesiyle ilgili politikasında da değişmeler oluyordu. Her şeyden önce Osmanlı İmparatorluğunun yıkılması görülmüş veya karar altına alınmıştı. Ancak Rusları durduracak bir güce de ihtiyaç vardı. Bu güç Karadeniz'de müttefik donanması olabilirdi. Ya Kafkasya'da hangi güce dayanılabilirdi? Orada Müslüman kavimler yeterince organize ve birlik halinde değillerdi.
İngiltere hangi millete dayanabilir ve sağlam bir politika güdebilirdi?

Gürcülere mi?

Yoksa Ermenilere mi?

Ermeniler niçin olmasındı?

Kafkas seferi, büyük bir başarısızlıkla sonuçlandı ve Osmanlı İmparatorluğu 93 Harbi'nden ağır bir darbe yiyerek çıkabildi.

Rus Ordusu Yeşilköy'e kadar indi. Bulgaristan elden gitti.. Ve Erzurum düşmanın soluğunu hissetti.

Ünlü "Ayastefanos Anlaşması”yla bu zillet durdurulabildi. Von Moltke'nin Prusyalı ve de bol bıyıklı generalleri kayıplara karışmıştı.

Ancak fırsat kollayan İngiltere bir kurtarıcı edasıyla "Dersaadet”in yardımına koşacak, Avusturya'nın da desteği ile Rusları, Berlin'de anlaşma masasına oturtacaktı. Fakat bu masadan İngiltere kazançlı kalkacaktı, anlaşmanın birkaç maddesi şöyleydi:

•Rusya Osmanlı Asya'sında yeniden genişlemeye kalkışırsa İngiltere Osmanlı'ya yardım edecektir.

• O yerlerdeki Hıristiyan vesait tebaanın iyi idare edilmesi ve korunması için padişah, İngiltere ile anlaşarak ıslahat yapacaktır...

Yani?.. Ermenilere daha geniş imkan ve haklar...

Ancak bu savaşın ardından Türklerle Ruslar, Kafkasya'da tam 36 yıl birbirlerine dokunmayacaklardı...

Yani, Birinci Dünya Savaşına, 1914 yılına kadar...


..Ve Almanlar da Kafkasya’da

Berlin Anlaşması'nın bir hükmüne göre, doğuda, Kars, Ardahan ve sırf ticari bir liman kalmak, yani tahkim edilmemek koşuluyla Batum Rusya’ya veriliyor, Beyazıt ise Osmanlılarda kalıyordu.

Böylece Kafkasya, Çarlık Rusya'sından ilk "Demir Yumruğu" yiyor tüm başkaldırılar sona eriyordu. 34 yıllık bu dönemde Rusya'nın ve Rusya'daki Ermenilerin kışkırtıp cesaretlendirdiği Anadolu'daki Ermeniler, Osmanlı Sarayı'nın Prusyalılara eğilim göstermesinden rahatsızlık duyan İngiltere'nin de yeşil ışık yakmasıyla; sık sık ayaklanıyorlardı. Zira Ermenilerin o yıllarda piyasaları hayli yüksekti; Hem Rusya, hem de İngiltere “Ermeni hakları” diyor başka bir şey demiyorlardı. Tabii Ermeniler de şımardıkça şımarıyorlardı, Osmanlı tokadı yiyince de İngiltere ve Rusya'yı yardıma çağlıyorlardı.


Üstelik Hıristiyanlardı...

Ermenilerin bu kadar cesaretlenmesinde, Osmanlı İmparatorluğu'nun yönetiminde, hatta rejiminde meydana gelen değişmelerin de rolü büyüktü
Zira Bağdat Demiryolu ayrıcalığını Almanlara vererek İngiltere'ye karşı kesin tavır alan II. Abdülhamit önce Meşrutiyet ilan etmek, sonra da tahttan çekilmek zorunda kalıyordu.

Ancak yerine tahta çıkan 5’inci Mehmet Reşat'ın üzerinde geniş bir etkiye sahip olan "İttihat ve Terakki" rüesası daha da aşırı, Almancı kesiliyordu.
Almanya'nın amacı ise çok açıktı: Petrol bölgelerine ulaşmak...

Almanya, bu emellerine ulaşmak konusundaki niyetlerini de gizlemiyor, bu nedenle Babıali'ye adeta "Siz Avrupa'yı bırakın da Orta Asya'ya bakın" diyordu. Aslında Orta Asya falan da Almanya'nın umurunda değildi.
Bunu söylemesinin iki temel nedeni vardı:

1) Türklerin dikkatini Avrupa'dan uzaklaştırmak (Zira oralar kendi mallarıydı).

2) Türkleri maşa olarak kullanıp Kafkasya ve Ortadoğu petrollerine ulaşmak.

Ancak “Dostumuz Almanya”nın bu niyetleri, "Damadı Şehriyari" Enver Paşa başta olmak üzere ittihat ve Terakki rüesasını ürkütmüyor, dahası iştahlandırıyordu.

1912 yılında Avrupa topraklarında “Balkan Harbi” faciasını yaşayan Osmanlılar nedense kadim dost Almanya'dan ne bir ses, ne de bir nefes duyamazken, petrol bölgeleri sözkonusu olunca posbıyıklı II. Wilhelm kendisini “Berlin'deki fahri halife” ilan edecek kadar Müslüman kesiliyordu...

Bu arada Enver Paşa'nın da sırtını sıvazlıyor onu, giderek soluğu hissedilen I.Dünya Savaşı'na balıklama sokmak için pohpohluyorlardı.

Osmanlıları savaşa sokarak bir taşla bir sürü kuşu vuracaklardı:
a) Kafkasya'da cephe açacak, Rusya'nın Alman cephesindeki güçlerini ikiye böleceklerdi.
b) Osmanlıları Kafkasya'ya sürecek ve susadıkları petrole kavuşacaklardı.
c) Kafkasya ile birlikte İngilizlerin Hindistan yolunu keseceklerdi.
d) Buraya sevkedilecek Osmanlı ordusu daha sonra güneye sarkacak, Ortadoğu'daki İngiliz kuvvetlerini arkadan kuşatacaktı.

Bunlar sadece Kafkasya ile ilgili planlarıydı.

Fakat Bakü petrolleri üzerinde başkalarının da emelleri vardı. Ve başka genelkurmaylarda da buna benzer planlar yapılıyordu.


Neden "Doksanüç" Harbi?

1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı, Osmanlılarla Ruslar arasında Rumi 1293'te Balkanlar'da ve Kafkas cephesinde yapılmıştı. Rumi 1293 yılına rastladığından Doksanüç Harbi olarak adlandırıldı. Ruslar 1853-56 Kırım Savaşından yenik çıktı. Bu nedenle Boğazları ve Akdeniz'i ele geçirme politikasından vazgeçti. Ancak 1870'de Alman-Fransız savaşını fırsat bilerek Paris Anlaşmasının Karadeniz'le ilgili maddelerini tanımadığını ilan etti ve Balkan halklarını Osmanlılara karşı kışkırttı. Bu arada Osmanlılara savaş ilan etti. Ruslar ünlü Plevne Müdafaası'nı da yararak Edirne'ye kadar geldi. Ruslar Aziziye cephesinde de büyük direnişle karşılaştı.

Kafkasya'da çetin savaşlar oldu. Bu savaş 3 Mart 1878'de barış anlaşması ile sonuçlandı.


17. Yüzyıl'dan günümüze, Kafkas mozaiği...

17'inci Yüzyıl'da İranlılar ve Türkler, bölgede etkinliklerini hissettirirken, 1722 yılında ilk kez resmi hudut belirleme çalışması başladı. Bu yapılırken çeşitli ırk, din ve mezhep farklılıklarından kaynaklanan karışık bir Kafkasya mozaiği vardı.

Bu karışık mozaik günümüze kadar da görünümünü bozmadı. Mozaiğin 3 temel unsurunu Türkler, Gürcüler ile Ermeniler oluşturdu. Ancak bu milliyet farklılığı, din ve mezhep farklığının yanında sınırlı kalıyordu. Zira bölgede 3 ayrı din ve bu dinlerin kendi içinde bölündüğü 5 ana mezhep bulunuyordu. Hıristiyan, Gürcü ve Ermeniler Ortodoks-Katolik olmak üzere ikiye ayrılıyor, Gürcülerin bir kısmı ise İslamiyet'i benimsiyordu. Türkler ise, Acemler, Çerkesler, Abhazlar gibi ayrılıyorlardı. Bu Müslüman milliyetlerde ise, 3 ana mezhep göze çarpıyordu. Şiilik, Sünnilik ve Şafilik.
Ancak, Ermeniler ile Gürcüler arasındaki uyuşmazlıklarda mezhep farkı rol oynarken, Müslüman gruplarda daha fazla birlik göze çarpıyor ve özellikle Hıristiyan kanattan gelen saldırılarda sıkı bir kenetlenme meydana geliyordu. Nitekim 1918 savaşlarında Tatarlar, Azeriler, Acemler ve Çerkesler aynı saflarda yer alıyor, kendi kaderini belirlemek için mücadele veriyorlardı. Bunun yanı sıra Bolşevik iktidarların dine karşı tutumu, bölgedeki Müslümanların Marksizm ile bir türlü uyuşmamasının temel nedenini oluşturuyordu.