İşte
Kafkasya'nın değişmeyen gerçeği...
Sancı... Katliam... İşgal ve Kan...
Önce Kafkasyalılar.. Ardından
Osmanlılar ve İranlılar.. Sonra
Ruslar... Ve İngilizler, Almanlar,
Amerikalılar...
Kafkasya
tarihini, "Petrol öncesi" ve "Petrol
sonrası" diye ikiye ayırmak gerekiyor.
Zira petrol öncesi çekişme ve
çatışmalar bölge ile civarında yaşayan
toplumlar arasında cereyan ediyordu.
Petrol sonrasında ise, "Dış mihraklar"
devreye girdiler...
18'inci
yüzyıl sonralarına kadar, Kafkasya'da
görülen Osmanlı, Rus ve İran
çekişmelerine, 19'uncu yüzyıla
girilmesiyle birlikte İngilizler de
katıldı. İngilizler Rus ordularına
karşı savaşan Şeyh Şamil, Hacı Murat
ve Şeyh Mansur'u destekledi, sözler
verdi.
"Ulusal Devlet"
kavramının etkinlik kazanmasıyla
birlikte (19 ve 20'inci yüzyılda),
dünya yüzündeki bazı bölgelerin
haritaları savaş veya barış yoluyla,
belli bir zaman süreci sonunda kalıcı
biçimde belirlendi. Ancak bazı
bölgelerin kalıcı haritasıyla ilgili
kesin sonuç bir türlü alınamadı.
"Sancısız bir haritanın saptanması"
konusunda en talihsiz bölgelerin
başında ise SSCB'nin hudutları içinde
bulunan "Kafkasya Bölgesi" geliyor.
Kafkasya Bölgesi'nde üç cumhuriyet,
iki özerk bölge, sekiz milliyet, iki
din, (en az) beş mezhep yer alıyor.
Ancak "Bu bölgede sancı niçin
dinmiyor?" sorusuna verilebilecek
yanıt bununla da sınırlı kalmıyor. Bu
ırksal ve dinsel nedenlere, başka
nedenler de eklemek mümkün... Siyasi
nedenler... Ekonomik nedenler...
Stratejik nedenler... Askeri
nedenler... İdeolojik nedenler...
... Ve tüm bunların "cem olduğu"
(toplandığı) tarihi nedenler...
"Kafkasya sancısı"nın dinmesinin ve
bazen de "kanama" yapmasının bunca
nedenine paralel olarak, bir de
bölgedeki yaraları kaşıyan "Yabancı
parmaklar" dikkate alınacak olursa,
sanırız sorunun boyutları daha bir
belirginlik kazanır.
Konuya
girmeden önce, son derece belirleyici
olan bir gerçeğin daha altını çizmekte
yarar var:
Kafkasya'da zengin
petrol ve maden yatakları bulunuyor...
Üstelik Kafkasya petrol ve maden
bakımından zengin, güney ülkelerine
giden yolun, tam üzerindeki bir kavşak
noktası...
Petrol öncesi
Kafkasya
Kafkasya tarihini
"Petrol öncesi" ve "Petrol Sonrası"
diye ikiye ayırmak gerekir. Zira,
"Petrol öncesi" çekişme ve çatışmalar,
bölgede ve civarında yer alan
toplumlar arasında cereyan ediyordu.
Ancak "Petrol Sonrası" dönemde
giderek şiddetlenen "Dış müdahaleler"
gözlenmeye başlandı.
"Petrol
Öncesi" dönemde Kafkasya'nın önemi,
sadece Anadolu, Orta Doğu ve Güney
Asya'ya giden yolların bir "kavşağı"
olmasından kaynaklanıyordu.
Dolayısıyla bölgede geçen "Göçer
kavimler" kısa fasılalarla etkili
olabiliyor, fakat daha dinamik güçler
geldikçe bu etkinlik sona eriyordu.
İlk dönemlerde Lazika ve İberia
adlı iki Gürcü İmparatorluğu adından
bahsettiriyor. (MÖ. 6-7'nci yüzyıl),
bilahare, Sasaniler ve Bizanslılar
egemenlik için boy ölçüşüyorlardı.
Daha sonra Karadeniz-Anadolu ve Hazar
Denizi - Iran bölgelerinde güçlü olan
hükümdarlar etkinliklerini
hissettiriyorlardı.
Bölge
dağlık olduğu için nüfus az ve toprak
boştu.
Ancak, Türk Kavimlerinin
gücü giderek hızlanıyordu. Böylece
Türkler de bölgede varlıklarını
hissettirmeye başlıyorlardı. Bu nüfus
hareketleri 15-1 6’ncı yüzyıllarda
Osmanlılar lehine hayli ağırlık
kazandı. 17'nci yüzyıla girerken
Kafkasya'da sadece iki güç kalıyordu:
Türkler ve İranlılar. Böylece 1639
da ilk kez iki ülke Kafkasya'da bir
hudut üzerinde anlaşıyordu.
Bununla birlikte Osmanlı ve İran'ın
egemenliğindeki bölgede çeşitli
ırklardan toplumlar yaşıyordu.
Gürcüler... Persler... Türkler...
Ermeniler... Abhaz ve Çerkesler, ve
Tatarlar...
Dinsel Mozaik ise,
Irksal Mozaik kadar karışıktı...
Acemler, Azeriler, Tatarlar,
Abhazlar ve Çerkesler (Bir kısmı
Hıristiyan) Müslüman; Ermeniler,
Hıristiyan (Bir kısmı Katolik, bir
kısmı Ortodoks). Gürcülerin bir kısmı
Müslüman bir kısmı Hıristiyan'dı.
Ancak Müslümanlar arasında da
Sünnilik ve Şiilik başta olmak üzere
mezhep ayrılığı vardı.
Bu
nedenle gerek Osmanlılar, gerekse
İranlılar bölgeye doğrudan egemen
olmak yerine daha hoşgörülü ve yumuşak
bir yaklaşım sergiliyor, "Dolaylı"
egemenliklerini sürdürüyorlardı.
Ortada paylaşılacak bir zenginlik veya
nüfusa dar gelen bir "Sınırlı toprak"
sözkonusu olmadığı için, tüm bu
topraklar prenslikler, derebeylikler,
ağalık hatta emirlikler şeklinde
yaşamlarını sürdürüyorlardı. Bir
bakıma “Özerk” sayılabilirlerdi.
18'incl yüzyıl, Ruslar
devrede
Ancak 18'inci
yüzyılın başından itibaren bölgeye
inmeye başlayan Ruslarla mücadele
giderek sertleşmeye başlıyordu. Gerek
yerel Kafkasyalılar gerekse bölgede
egemenliğini sürdürmeye çalışan
Osmanlı ve İranlılar, Ruslardan
rahatsızlık duyuyor ve bu rahatsızlık
günden güne artıyordu. Nitekim 1722
yılında İran’da iç kavgalar
başlayınca, İmparator 1'inci Petro’nun
emrindeki Rus kuvvetleri Bakü’nün
kuzeyine kadar indiler. Böylece Ruslar
"Kafkasya'da biz de varız” diyor,
egemenlik ortaklığına talip oluyordu.
Nitekim 19'uncu yüzyılda
Osmanlı ve İran devletlerinin
zayıflaması, Ruslara avantaj sağlamaya
başladı ve sonunda, İran devre dışı
kaldı. Böylece Kafkasya Bölgesi'nde
Osmanlılarla Ruslar baş başa, bir
başka deyimle karşı karşıya
kalıyorlardı.
19'uncu
yüzyıl Kafkasya'sı
19'uncu yüzyılın başından
itibaren sıcak denizlere inmeyi
özleyen Rusya tüm cephelerde olduğu
gibi Kafkasya üzerinden de güneye
sarkmaya başlayınca karşısında Osmanlı
ordusunu buldu. Tarihe “1828-29
Türk-Rus Savaşı” başlığıyla geçen bu
savaşta Rusların hedefi bir yandan
Anadolu’ya inmek, diğer yandan
İstanbul’a ulaşmaktı. Osmanlıların
hedefi ise, Rusları sıcak denizlerden
ve ticaret yollarından uzak tutmaktı.
Bu hedef İngilizlerin de işine
geliyordu.
Bu çatışmalar sırasında
Kafkasya'daki halklara kimse birşey
soracak durumda değildi. Bu nedenle
onlar da sadece tercihlerini yapmak
durumunda kalmışlardı. Nitekim
Hıristiyanlar Rus, Müslümanlar ise
Osmanlı saflarını tercih ettiler. Bu,
bir bakıma Kafkasya'daki kavimler
arasında da belirleyici bir ayırım
oldu.
1828-29 Osmanlı-Rus
Savaşı sona erdi ama, Ruslara karsı
yerel direnişler başladı. Çerkesler,
Çeçenler ve Dağıstanlılar... Dağlarda
Ruslara karşı gayri muntazam fakat
şiddetli savaşlar veriyorlardı.
İngiliz etkinliği başlıyor
19'uncu yüzyıl başlarına kadar
Kafkasya'da görülen Osmanlı- Rus ve
İran çekişmelerine, 19'uncu yüzyılla
birlikte İngilizler de katılmaya
başladılar. O sırada İngilizler
Güney Asya'da hayli güçlenmişlerdi. Bu
güçlerine kimseyi ortak etmek de
istemiyorlardı. Hatta Osmanlıları bir
ölçüde kabul etmiş sayılırlardı. Ama,
buna bir de Rusların eklenmesini
kabullenmeleri mümkün değildi.
Oysa 1828-29 savaşı sırasında Rus
orduları İstanbul önlerinde
görülmüşlerdi. Bu Rusların sıcak
denizlere inmesi tehlikesini de ortaya
koyuyordu ki, İngilizler rahatsızlık
duymaya başladılar.
Bu nedenle
de Kafkasya'da Rus ordularına karşı
savaş ve direnişleri desteklemeye,
hatta yardımcı olmaya başladılar. Şeyh
Şamiller, Hacı Muratlar, Gazi
Mollalar, Şeyh Mansurlar, 1830-1852
arasında Ruslara büyük rahatsızlık ve
kayıplar verdirdiler. Bu arada
Osmanlılar ve İngilizler bazı
sözlerinde durmadıkları için bu
güçlerin güvenini geniş çapta
yitirdiler. Ancak Kırım harbi
başlamak üzereyken Kafkasya
bölgesindeki egemenliğe bir ortak daha
çıkmıştı: İngiltere.
Azerbaycan'ın 2 Berlin'i
Nahcivan ve Karabağ sorununda
perde arkası
20'inci
yüzyılın başında Kafkasya bölgesi
petrol, yeraltı zenginlikleri ve
stratejik yapısı nedeniyle başta Rusya
olmak üzere İngiltere, Fransa ve
Almanya gibi gelişmiş ülkelerin
ilgisini çekiyordu.
Gerek 19,
gerekse 20'inci yüzyıl boyunca
ittifaklar kuruluyor, ittifaklar
dağılıyor, dostluklar düşmanlıklara,
düşmanlıklar dostluklara dönüşüyordu.
Ancak "Din", tüm bu çalkalanmalarda
belirleyici bir unsuru teşkil
ediyordu. Müslümanlar Osmanlıların
yanında yer alıyor, Ermeniler ise kah
İngilizlerle, kah Ruslarla işbirliğine
giriyorlardı. Ancak Ruslar ve
İngilizler, Ermenilere bol gelecek bir
elbise dikiyor, onlara “Büyük
Ermenistan” vaad ediyorlardı. Böylece,
bölgede güvenecekleri bir "Dindaş
devlet' oluşturacaklardı.
Ermeniler hep sahnede
Ermeniler de Osmanlı ve Türklere
aldırmaksızın güçlerinin üzerinde
girişimlerde bulunuyor, "Büyük
Ermenistan" devletini kurmak için işe
soyunuyorlardı.
En uygun zaman
1920'li yıllardı. Osmanlı
imparatorluğu Sevr masasına
yatırılarak parçalanmış,
Azerbaycan'daki Türk varlığının
arkasından Anadolu'daki Osmanlı
desteği çekilmişti. Ancak, Ankara'daki
dinamizmi ve Kafkasya'daki Kazım
Karabekir kuvvetlerini dikkate almayan
Ermeniler, İngilizlerin de
kışkırtmasıyla Kars'a saldırınca işler
değişti. Türk Ordusu'ndan
beklemedikleri bir tokat yediler. O
zaman, İngilizler, Ermenilerin hiç de
biçilen elbiseyi dolduracak bir
cüsseye sahip olmadıklarını anladılar.
Ancak iş işten geçmişti. Anadolu'daki
Ermeniler de Erivan'a çekilmişti ama,
nüfusça hiç de kalabalık değillerdi.
1856'da Osmanlı- Rus Savaşı'nda
Türkler, Kırım'da zafer kazanmışlardı.
Kafkasya'da da aynı durum umuluyordu.
Ancak İngilizler desteğini çekince
devreye Almanlar girdi. Ama yeterli
olmayacaktı.
Osmanlıların "93 Harbi" hezimeti
Rus Ordusu Yeşilköy'e kadar
geldi. Bulgaristan elden gitti.
Erzurum düşmanın soluğunu ensesinde
hissetti, ünlü “Ayastefanos Anlaşması”
ile işgal durdurulabilmişti. Von
Moltke'nin Prusyalı generalleri
ortadan kayboldular. Daha önce yüz
çeviren İngiltere ise, bu kez
“Kurtarıcı” rolüne bürünmüştü...
1828-29 savaşı sırasında Rus
askerlerinin İstanbul önlerinde
görülmesi, sıcak denizlere egemen
olması ve özellikle Güney Asya'da
kolonileri bulunması nedeniyle
İngilizleri rahatsız etmişti. Bu
nedenle İngilizler, Kafkasya'daki bazı
Müslüman kavimlerle "Dirsek teması"
kurdular ve bölgeye ellerini soktular.
1830-1850 yılları arasında bu kavimler
Ruslara karşı başarılı savaşlar
verirken, Ruslar da ilk kez bölgedeki
Ermenileri Müslümanlara ve özellikle
de Osmanlılara karşı kışkırtmaya
giriştiler. Ermeniler savaş sırasında
zaten Müslümanlara karşı, Rus Ordusu
saflarında yer almış, düşmanlıklarını
açıkça ortaya koymuşlardı. Böylece
Osmanlı Devleti'ne karşı Ermenileri
ilk kez Ruslar kullanmaya başladılar.
Buna karşılık İstanbul'daki İngiliz
sefirlerinin Rus yayılmasına karşı
mücadele etmesi bir gelenek halini
almıştı. Bu geleneğin öncüleri ise,
1834-41 yıldan arasında elçilik yapan
Ponsbony ve 1842-1856 yılları arasında
görevi yürüten Stratford Canning idi.
Rusya ile Osmanlılar arasındaki
anlaşmazlıklarda, Osmanlıların
tarafını tutan İngilizler hem üst
düzeyde, hem de askeri düzeyde
Türklere geniş destek veriyorlardı.
Nitekim 1853 yılına girilirken durum
iyice gerginleşmişti. Osmanlılar
muhteşem savaşı gözönüne alarak
Trabzon, Erzurum ve Batum'da İngiliz
Albay Williams'ın gözetiminde modern
tahkimat hatları kuruyorlardı. 1853
yılı boyunca Türklerin Kafkasya'daki
yığınağı önemli oranlara ulaşmıştı.
Kırım Harbi
Nitekim 27-28 Ekim gecesi Batum
Garnizonu Kumandanı Ahmet Paşa, St.
Nicholaus kalesindeki Rus mevzilerine
saldırdı ve aldı. Böylece Kafkasya bir
kez daha kana bulanıyordu.
Bu
çatışmalarda Ermenilerle birlikte
Gürcüler de Rus Ordusu'nu
destekliyordu. 1812'den beri pek
seyrek olarak Ruslarla çatışmış olan
Gürcülerin bu savaşta Rusları
desteklemesi anlamlıydı. Zira 1828-29
savaşında Ruslar Gürcüleri savaşa
sokmamışlardı.
Gürcülerin bu
kez savaşa girmesinin ardından
varlıklı Gürcü-Ermeni karışımı
prenslerin mal ve mülk hırsı
yatıyordu. Ayrıca, Hıristiyan Gürcü
aydınları, Rus propagandası altında
kalmış ve etkilenmişlerdi.
Buna
karşılık Osmanlıları destekleyen
Müslüman gruplar kendi aralarında
anlaşmazlığa düştükleri için birlik
sağlanamıyor bu nedenle de olumlu bir
sonuç alınamıyordu. Üstelik savaşın
ağırlık merkezi de “Dostumuz
İngiltere”nin çıkarları doğrultusunda
Karadeniz'e kayıyordu. Zira İngiltere
kendisi için tehlike oluşturabileceği
korkusuyla Rus donanmasının
vurulmasını istiyordu.
Türkler
Batı Gürcistan'ı aldı... Ruslar Kars
kalesini kuşattı ve savaş 1854-55
yıllarında devam etti...
Nihayet 1856 yılında Paris
Antlaşması’yla, Kırım Harbi son buldu.
Türkiye Kırım Harbi'nden prestij ve
onur kazanarak çıkmıştı. Ancak 1877-78
Kafkas seferi öyle olmayacaktı.
93 Harbi ve yüzkarası
1877-78 Kafkasya seferinin
diğer bir adı da 93 Harbi'dir...
Kırım Harbi'nden sonra köprülerin
altından akan sular Türk-İngiliz
dostluğundan çok şeyler götürmüştü.
İngilizlerin yerini şimdi Almanlar
alıyor, Osmanlıların kullandığı ağır
toplarda da daha çok Krupp markasına
rastlanıyordu.
Bunda kuşkusuz
"Denge" politikasının da rolü büyüktü.
Zira o sırada Avrupa'da iki "Süper
güç" yarışıyordu: İngiltere ve
Almanya.
Osmanlı Padişahı II.
Abdülhamit ise, "Alternatifli"
politikadan yanaydı. Ancak
İngiltere'nin Osmanlı, dolayısıyla
Kafkasya bölgesiyle ilgili
politikasında da değişmeler oluyordu.
Her şeyden önce Osmanlı
İmparatorluğunun yıkılması görülmüş
veya karar altına alınmıştı. Ancak
Rusları durduracak bir güce de ihtiyaç
vardı. Bu güç Karadeniz'de müttefik
donanması olabilirdi. Ya Kafkasya'da
hangi güce dayanılabilirdi? Orada
Müslüman kavimler yeterince organize
ve birlik halinde değillerdi.
İngiltere hangi millete dayanabilir ve
sağlam bir politika güdebilirdi?
Gürcülere mi?
Yoksa
Ermenilere mi?
Ermeniler niçin
olmasındı?
Kafkas seferi, büyük
bir başarısızlıkla sonuçlandı ve
Osmanlı İmparatorluğu 93 Harbi'nden
ağır bir darbe yiyerek çıkabildi.
Rus Ordusu Yeşilköy'e kadar indi.
Bulgaristan elden gitti.. Ve Erzurum
düşmanın soluğunu hissetti.
Ünlü "Ayastefanos Anlaşması”yla bu
zillet durdurulabildi. Von Moltke'nin
Prusyalı ve de bol bıyıklı generalleri
kayıplara karışmıştı.
Ancak
fırsat kollayan İngiltere bir
kurtarıcı edasıyla "Dersaadet”in
yardımına koşacak, Avusturya'nın da
desteği ile Rusları, Berlin'de anlaşma
masasına oturtacaktı. Fakat bu masadan
İngiltere kazançlı kalkacaktı,
anlaşmanın birkaç maddesi şöyleydi:
•Rusya Osmanlı Asya'sında
yeniden genişlemeye kalkışırsa
İngiltere Osmanlı'ya yardım edecektir.
• O yerlerdeki Hıristiyan
vesait tebaanın iyi idare edilmesi ve
korunması için padişah, İngiltere ile
anlaşarak ıslahat yapacaktır...
Yani?.. Ermenilere daha geniş
imkan ve haklar...
Ancak bu
savaşın ardından Türklerle Ruslar,
Kafkasya'da tam 36 yıl birbirlerine
dokunmayacaklardı...
Yani,
Birinci Dünya Savaşına, 1914 yılına
kadar...
..Ve Almanlar
da Kafkasya’da
Berlin
Anlaşması'nın bir hükmüne göre,
doğuda, Kars, Ardahan ve sırf ticari
bir liman kalmak, yani tahkim
edilmemek koşuluyla Batum Rusya’ya
veriliyor, Beyazıt ise Osmanlılarda
kalıyordu.
Böylece Kafkasya,
Çarlık Rusya'sından ilk "Demir
Yumruğu" yiyor tüm başkaldırılar sona
eriyordu. 34 yıllık bu dönemde
Rusya'nın ve Rusya'daki Ermenilerin
kışkırtıp cesaretlendirdiği
Anadolu'daki Ermeniler, Osmanlı
Sarayı'nın Prusyalılara eğilim
göstermesinden rahatsızlık duyan
İngiltere'nin de yeşil ışık
yakmasıyla; sık sık ayaklanıyorlardı.
Zira Ermenilerin o yıllarda piyasaları
hayli yüksekti; Hem Rusya, hem de
İngiltere “Ermeni hakları” diyor başka
bir şey
demiyorlardı. Tabii Ermeniler de
şımardıkça şımarıyorlardı, Osmanlı
tokadı yiyince de İngiltere ve
Rusya'yı yardıma çağlıyorlardı.
Üstelik Hıristiyanlardı...
Ermenilerin bu kadar
cesaretlenmesinde, Osmanlı
İmparatorluğu'nun yönetiminde, hatta
rejiminde meydana gelen değişmelerin
de rolü büyüktü Zira Bağdat
Demiryolu ayrıcalığını Almanlara
vererek İngiltere'ye karşı kesin tavır
alan II. Abdülhamit önce Meşrutiyet
ilan etmek, sonra da tahttan çekilmek
zorunda kalıyordu.
Ancak yerine
tahta çıkan 5’inci Mehmet Reşat'ın
üzerinde geniş bir etkiye sahip olan
"İttihat ve Terakki" rüesası daha da
aşırı, Almancı kesiliyordu.
Almanya'nın amacı ise çok açıktı:
Petrol bölgelerine ulaşmak...
Almanya, bu emellerine ulaşmak
konusundaki niyetlerini de gizlemiyor,
bu nedenle Babıali'ye adeta "Siz
Avrupa'yı bırakın da Orta Asya'ya
bakın" diyordu. Aslında Orta Asya
falan da Almanya'nın umurunda değildi.
Bunu söylemesinin iki temel nedeni
vardı:
1)
Türklerin dikkatini Avrupa'dan
uzaklaştırmak (Zira oralar kendi
mallarıydı).
2)
Türkleri maşa olarak kullanıp
Kafkasya ve Ortadoğu petrollerine
ulaşmak.
Ancak “Dostumuz Almanya”nın bu
niyetleri, "Damadı Şehriyari" Enver
Paşa başta olmak üzere ittihat ve
Terakki rüesasını ürkütmüyor, dahası
iştahlandırıyordu.
1912 yılında
Avrupa topraklarında “Balkan Harbi”
faciasını yaşayan Osmanlılar nedense
kadim dost Almanya'dan ne bir ses, ne
de bir nefes duyamazken, petrol
bölgeleri sözkonusu olunca posbıyıklı
II. Wilhelm kendisini “Berlin'deki
fahri halife” ilan edecek kadar
Müslüman kesiliyordu...
Bu
arada Enver Paşa'nın da sırtını
sıvazlıyor onu, giderek soluğu
hissedilen I.Dünya Savaşı'na balıklama
sokmak için pohpohluyorlardı.
Osmanlıları savaşa sokarak bir taşla
bir sürü kuşu vuracaklardı:
a)
Kafkasya'da cephe açacak,
Rusya'nın Alman cephesindeki güçlerini
ikiye böleceklerdi.
b)
Osmanlıları Kafkasya'ya sürecek ve
susadıkları petrole kavuşacaklardı.
c)
Kafkasya ile birlikte İngilizlerin
Hindistan yolunu keseceklerdi.
d)
Buraya sevkedilecek Osmanlı ordusu
daha sonra güneye sarkacak,
Ortadoğu'daki İngiliz kuvvetlerini
arkadan kuşatacaktı.
Bunlar
sadece Kafkasya ile ilgili
planlarıydı.
Fakat Bakü
petrolleri üzerinde başkalarının da
emelleri vardı. Ve başka
genelkurmaylarda da buna benzer
planlar yapılıyordu.
Neden "Doksanüç" Harbi?
1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı,
Osmanlılarla Ruslar arasında Rumi
1293'te Balkanlar'da ve Kafkas
cephesinde yapılmıştı. Rumi 1293
yılına rastladığından Doksanüç Harbi
olarak adlandırıldı. Ruslar 1853-56
Kırım Savaşından yenik çıktı. Bu
nedenle Boğazları ve Akdeniz'i ele
geçirme politikasından vazgeçti. Ancak
1870'de Alman-Fransız savaşını fırsat
bilerek Paris Anlaşmasının
Karadeniz'le ilgili maddelerini
tanımadığını ilan etti ve Balkan
halklarını Osmanlılara karşı
kışkırttı. Bu arada Osmanlılara savaş
ilan etti. Ruslar ünlü Plevne
Müdafaası'nı da yararak Edirne'ye
kadar geldi. Ruslar Aziziye cephesinde
de büyük direnişle karşılaştı.
Kafkasya'da çetin savaşlar oldu. Bu
savaş 3 Mart 1878'de barış anlaşması
ile sonuçlandı.
17.
Yüzyıl'dan günümüze, Kafkas mozaiği...
17'inci Yüzyıl'da İranlılar ve
Türkler, bölgede etkinliklerini
hissettirirken, 1722 yılında ilk kez
resmi hudut belirleme çalışması
başladı. Bu yapılırken çeşitli ırk,
din ve mezhep farklılıklarından
kaynaklanan karışık bir Kafkasya
mozaiği vardı.
Bu karışık
mozaik günümüze kadar da görünümünü
bozmadı. Mozaiğin 3 temel unsurunu
Türkler, Gürcüler ile Ermeniler
oluşturdu. Ancak bu milliyet
farklılığı, din ve mezhep farklığının
yanında sınırlı kalıyordu. Zira
bölgede 3 ayrı din ve bu dinlerin
kendi içinde bölündüğü 5 ana mezhep
bulunuyordu. Hıristiyan, Gürcü ve
Ermeniler Ortodoks-Katolik olmak üzere
ikiye ayrılıyor, Gürcülerin bir kısmı
ise İslamiyet'i benimsiyordu. Türkler
ise, Acemler, Çerkesler, Abhazlar
gibi ayrılıyorlardı. Bu Müslüman
milliyetlerde ise, 3 ana mezhep göze
çarpıyordu. Şiilik, Sünnilik ve
Şafilik. Ancak, Ermeniler ile
Gürcüler arasındaki uyuşmazlıklarda
mezhep farkı rol oynarken, Müslüman
gruplarda daha fazla birlik göze
çarpıyor ve özellikle Hıristiyan
kanattan gelen saldırılarda sıkı bir
kenetlenme meydana geliyordu. Nitekim
1918 savaşlarında Tatarlar, Azeriler,
Acemler ve Çerkesler aynı saflarda yer
alıyor, kendi kaderini belirlemek için
mücadele veriyorlardı. Bunun yanı
sıra Bolşevik iktidarların dine
karşı tutumu, bölgedeki Müslümanların
Marksizm ile bir türlü uyuşmamasının
temel nedenini oluşturuyordu.
|