|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
ÇERKESLER VE
ÇERKES
ETHEM |
Yorum: Ali
Sarıali
Yeni Öncü, Ocak 1987, S.9 |
|
|
................... |
|
................... |
Çerkes
halkı Türkiye'de hemen hemen herkes
tarafından bilinen, ama ne oldukları,
nereden geldikleri konusunda az
bilgiye sahip olunan bir halktır.
Kimileri Çerkeslerin Kafkasya'da
yaşayan Türk boylarından olduğunu
iddia ederken, kimileri ise bir
zamanlar Kafkasya'da yaşamış ama daha
sonra yok olmuş bir halk olduğu
iddiasındadırlar. Çerkeslerin
böylesine az bilinmesinde ve gittikçe
kapitalizmin gelişen şartları içinde
asimile olmasında resmi güçlerin
etkisi kadar Çerkeslerin kendi
sorunlarına kendilerinin de sahip
çıkamamaları neden olmaktadır. Çerkes
halkı Kafkasya'da yaşamış olan halklar
içerisinde en eski olanıdır. Eski
tarihlerde Kuzeybatı ve Orta
Kafkasya'dan Don ve Volga nehirlerine
kadar uzanan geniş bir alanda
yaşıyorlardı. 1558-59 yıllarına ait,
A. Zeki Velidi Togan tarafından
yazılan "Bugünkü Türk ili Türkistan ve
Yakın Tarihi" kitabında, Çerkeslerin
sınırlarıyla ilgili şöyle demekte:
"Bunlardan Rusların hakiki düşmanı
olan Bulek Bulat Mirza, kendi eliyle
beraber Kuban ve Çerkes hudutlarında
dolaştıktan sonra tekrar doğuya gitti"
(1). "Tuna Şehzadesi (yahut
şehzadeleri) Rusların malumatına göre
1667 yılında kendisine tabi Başkurtlar
ile Çerkes seferinden dönüp gelen iki
bin kadar askeriyle Şimali Kafkasya'da
"İşim" ırmağı havzasında.. (2).
Çerkeslerin bu bölgedeki yaşamları
dışarıdan gelen saldırılarla, (Rus,
Türk, İran) sekteye uğradı.
Topraklarını ve nüfusunun önemli bir
bölümünü yitiren Çerkesler
Kafkasya'daki bugünkü sınırlarına
kadar çekildiler.
Grek ve Roma
kaynaklarında bugün Çerkes olarak
bilinen halka Sind-Meot kavimleri
adını verdikleri görülmektedir.
Bugünkü Çerkes adı ise Grekler
tarafından verilmiştir. Grekler önce
"Kerket" adını vermişlerdi. Bu ad
giderek Gerkez haline dönüşmüştür. O
zamanki tarihlerde Grekler de
Çerkesler gibi Karadeniz kıyısında
oturmaktaydılar. Çerkes kelimesi
Grekçedeki karşıda oturanlar anlamına
gelen kelimeden türemişti. Çerkeslerin
Milat'tan Öncesine kadar dayanan
zengin bir kültürleri vardır. Daha
sonra yapılan araştırmalarda neolitik
ve bronz çağında yaşayan en üstün
kültürün Çerkesler olduğu
anlaşılmıştır. MÖ. 4. ve 5.
yüzyıllarda Sind köleci devleti
Çerkesler tarafından kurulmuştur. O
zamanki Sind köleci devletinin veya
krallığının yazısı ve parası da daha
sonra yapılan araştırmalarda ortaya
çıkarılmıştır.
(3)
Çerkes sözcüğü tüm
Kuzey Kafkasya halkına verilen ad
durumuna gelmiştir. Grekler ticaret
yaptıkları Adigelere,
Wubıhlere,
Abhazlara Çerkes demişlerdi. Bu
nedenle Çerkes denince bugün sadece bu
adını saydıklarım akla gelmektedir. Bu
tanımlama gerçeğin tamamını
kapsamamaktadır. Tüm Kuzey Kafkasya
Halkı Çerkes tanımlanmasının sınırları
içine alınmalıdır. Artık günümüzde
Çerkes kelimesi siyasi boyutları olan
bir kavram olmuştur. Çeçeniyle,
Lezgisiyle, Asetiniyle,
Wubıhıyla,
Abhazıyla, Adigesiyle
günümüzde bir bütündür.
Çerkeslerin yaşamlarını ve
geleneklerini anlatan, iki
bin
yedi yüz yıl
öncesine dayanan bir Nart destanları
vardır. Bu tarih Çerkeslerin
kurdukları köleci devlet Sind
krallığından iki-üç
yüz yıl öncesine dayanmaktadır.
Nart destanları bugün bilinen Grek
destanları üzerinde etkileri sıkça
görülmektedir. Bir anlamda onlara
kaynaklık etmiştir. Nart
destanlarından halkın düşünüş
biçiminin kökeni, mitler, çiftçi
kültleri araştıranları çok eskilere
götürebilmektedir. Greklerin günümüze
kadar gelmiş öykülerinde
karşılaştığımız halk felsefesi ve
düşüncesi, Çerkeslerin oluşturdukları
kültür ile mukayese edildiğinde ilginç
benzerliklerle karşılaşmaktayız. Grek
destanlarındaki anaerkil ve ataerkil
süreçlerin izleri, insanüstü
yaratıklar olan Nart halkının
yaşamında da görülmektedir. Grek ve
Nart destanları arasında birçok
noktada anaoljik paralellikler vardır.
Nart destanlarında ve Grek
destanlarında aktarıldıkları tarihten
yüzyıllar öncesine ilişkin bağlantılar
bulunmaktadır. Homeros'un eserlerinde,
bu zaman zaman geriye gidiş olgusuna
sıkça rastlanır. Nart destanlarındaki
tek gözlü dev Hagur'un kardeşlerinin
hepsini yemiş, buna karşılık Hagur da
devin tek gözünü oymuş, mağarada devin
koyunlarının tüyüne asılarak
gizlenmeyi başarmış ve mağaradan
gizlice bu şekilde kaçmıştır.
Homeros'un günümüze kadar gelen büyük
eseri Odysseia'nın 9. bölümünde
Odysseia ile tek gözlü dev
Cyclotpodifem'in serüvenlerini anlatan
bölümler ile tek gözlü dev ve Hagur
arasındaki savaş bir birine çok
benzemektedir.
"Tepegöz
doldurduktan sonra Kocagöbeğini,
Bol insan eti ve su katılmamış sütle
Uzandı mağaranın içinde sürülerin
arasına, Ben de düşündüm taşındım
ulu yüreğimde: Çıkardım kınından
sivri kılıcımı, üstüne yürüsem mi..."
(4)
Nart destanlarında
destanın bütününü sürükleyen en ünlü
kahramanı Sosrikua'nın annesi
Setenay'ın öğüdü ile suya batırılarak
çelikleştirilmesi olayıyla
Odysseia'daki Akilleus'un annesi
Thetis tarafından Ctyks ırmağına
sokularak çelikleşmesi için vücuduna
su verilmesi olayında paralellik
görülmektedir. Yine Odysseia
destanlarından bilinmektedir ki,
Thetis'nin oğlu Akilleus'u ölümsüz
kılmayı başarmak için onu ateşe
gömmüştür. Thetis'in Akilleus'dan önce
ateşe gömdüğü yedi oğlu ölmüştür. Nart
destanlarında da Naribgia doğumu
yaklaştıkça heybeti her tarafta
görülen bir ateş yakar, doğan
çocuklarından her birini ateşe atardı.
Çocuklarının o zamana kadar hepsi
öldü. Sonunda, son çocuğu Şavay ise
ocaktaki kızgın marsık taşını yutarak
soğutmayı başardı ve taşı tekrar
ağzından çıkardı. Bu onun artık sıcağa
karşı dayanıklılık kazandığını
göstermişti. Artık o ölüme karşı
dayanıklılık kazanmıştı. Anne Naribgia
bu çocuğun artık Nart'lara layık bir
çocuk olduğuyla övünebilmekteydi. Nart
mitolojisinde birçok konuda hünerli,
güçlü ve görkemli olan halkın eğlence
için toplandığı günlerde ya da
bayramlarda ortaya çıkan ve keçi
kılığında dolaşan Cigaafa adında bir
yaratık vardır. Odysseia destanlarında
yazılan Tırayas da Grek dilinde keçi
ya da teke anlamına gelir. Nart
destanlarına en büyük özelliği
kazandıran kahraman Sosrikua devlerden
ateşi çalarak insanlara vermiştir.
Prometeus da ilkçağın Grek
mitolojisinde tanrılardan ateşi
çalmıştır. Prometeus hep tanrılarla
karşı karşıyadır. Sosrikua ise
devlerle karşı karşıyadır. Çünkü daha
tanrı kavramı oluşmamıştır. Nart
destanlarının doğuş yerini
saptayabilmek için arkeolojik,
antropolojik, linguistik
araştırmalardan elde edilen sonuçlara
bakarsak, kahraman isimlerinin verdiği
ipuçları dışında başka verileri de
kullanmak gerekmektedir. Kafkas
boylarının tümünün destanlarında
yaşayan kahraman tiplerinden ve güneş
motifinin mitolojideki yerinden söz
etmek gerekir. Destanlarla ilgili son
olarak şu benzetmeyi de yapmak yanlış
olmaz sanırım. Nart destanlarındaki
Setenay tipi Sümerlerin Gılgamış
destanındaki Nissuri'ye benzemektedir.
Çerkeslerin dili çok eski
tarihlere dayanır. Ve oldukça güçlü
bir dildir. Bazı bilimsel ve teknik
terimler dışında her türden düşünceyi
ve duyguyu anlatma yeteneğine
sahiptir. Kelime hazinesi oldukça
geniştir. Çerkeslerin muhtelif
lehçeleri vardır. Çerkes boylarında
ulusal birliğin kuruluşu oldukça
eskilere dayanır. Çerkeslerin
yurtlarından koparılmaları nedeniyle
dillerinin yaygınlaşması durmuştur.
Müslümanlığı kabul etmeleri ise dilin
gelişmesini durduran en önemli
etkenlerden biri olmuştur. Arapçanın
ön plana çıkması Çerkesce'yi
gittikçe kısırlaşmaya zorlamıştır.
Büyük Çerkes düşünür ve bilim adamı
Abakue İshak Efendi, Arapçanın baskın
dil haline gelmesi karşısında Kuran'ı
Çerkesce'ye
çevirmeye uğraştı. Çerkesce'nin
yerini sadece Arapça almadı. Bölgeyi
istila edenler kendi dillerini de
beraber getirdiler. Şora Negumukue ve
Prens Hatokhuşokue, Rus alfabesinin ve
harflerinin Çerkesler içinde yayılması
için uğraş verdiler. Kendisi aynı
zamanda Çerkes İttihat ve Teavun
Cemiyeti'nin üyesi olan Cavit Paşa
bastığı bir alfabeyi Çerkesler içinde
yaymaya çalıştı, fakat tutmadı. Burada
bahsi geçen İttihat ve Teavun Cemiyeti
uzun süre örgütsüz kalan Çerkeslerin
kurdukları bir örgüttür. Bu örgüt,
genellikle Çerkeslerin ulusal
özelliklerini yaşatmaya yönelik
faaliyetler gösterdi. Çerkes dilinin
yok olmaması ve gelişmesi için önemli
gayret sarfetti.
Çerkes diline
ilişkin Çerkesler arasındaki en önemli
problem hangi alfabenin seçileceği
sorunuydu. Anayurtta Abhazya ve
Ashetin bölgesinde yaşayan Çerkesler o
yörede hakim olan Kril alfabesiyle
okuyup yazmaktadırlar. Kabardey
bölgesinde ise Kril ve Arap kökenli
harfler arasında kararsız kalınmıştır.
Yukarıda bahsettiğim Çerkes İttihat ve
Teavun Cemiyeti Guaze adlı bir gazete
yayınlamaktaydı, (Guaze Çerkesce'de
öncü anlamına gelmektedir). Bu
gazetenin 9 Haziran 1327 (yani 1907)
tarih ve on
iki sayılı nüshasında, artık ulusal
yapıtların Arap ve Latin harfleri
kullanılarak oluşturulmasına karar
verildi. Günümüze kadar gelen, Arap
harfleriyle yazılmış yapıtlar olmakla
beraber Arap harflerinin gerçekte
onbeş -onaltısına özgü temel
harflerinin kırka yakın sesi bulunan
Çerkesce'nin
yazmaya yetmeyeceği anlaşıldı.
Çerkeslerin Küçük Asya, Kafkasya
bölgelerinde bulunan eski yazılarının
Yunan harfleriyle yazılmış olduğu
anlaşılmaktadır. Hatta Latin
harfleriyle yazılmış eski Çerkesce
yazılara da rastlanmaktadır.
Çerkeslerin atalarından olan bugün
tarihçiler tarafından Hititler olarak
adlandırılan Adigelerin, Suriye'nin ve
Lübnan'ın çeşitli yerlerinde
rastlanmakta olan eski yazılarındaki
harf biçimi Latin harflerini doğuran
Fenike ve Yunan harflerine temel
olmuştur. Bugünkü Lingustik deliller
Abhaz-Adige dilleri ve İber-Kafkas
dillerinin aynı kökten geldiğini
göstermektedir. İber Kafkas dilleri,
Pirenelerde yaşayan Bask dili, ön
Asya'da yaşayan Hint-Avrupa ve semitik
olmayan ölü diller (Eti, Hurri,
Mitani, Urartu, Sümer)'le morfolojik
açıdan benzerlikleri bugün
kanıtlanmıştır. Kafkas bölgesinde iki
yüze yakın lehçe
konuşulmaktadır. Anlatılan bir
hikayeye göre tanrı her tarafa dil
dağıtırken Kafkasya'ya lehçe torbasını
düşürmüştür.
Çerkeslerin
anayurdu terketmelerinin başlangıcını
Osmanlı İmparatorluğuyla Ruslar
arasında yapılan Kaynarca anlaşmasıyla
başlatabiliriz. "Osmanlı Devleti,
Kaynarca Muahedesiyle Kafkas
dağlarının kuzeyindeki Kabardeyleri
Ruslara bırakmış ise de, Rusları o
tarafları tahkim edip Gürcistan'a
inmek için kaleler yaptığına göre
Kabardeyler
biraz mukavemet etmişlerse
de... Çeçenlerden Şeyh Mansur bu
kuvvetlerin bozgunundan
Dağıstanlıların Ruslara karşı olan
galeyanından istifade etmek isteyen
Osmanlı hükümeti, Dağıstanla Çerkes ve
Kabardeyleri
ele alarak Ruslarla Rusların
himaye ettikleri Tiflis Hakanına karşı
teşvik etmiş..." (5)
Çerkesler
Kafkasya'da Ruslar ve Osmanlı devleti
arasındaki çatışmalarda hep
kullanılmışlardır. 1860'a gelindiğinde
ise Ruslar açıktan Haç'uç ve Şatsı
kabilelerinin topraklarını işgal
ederek, bu bölgede yaşayanları göçe
zorlamışlardır. Daha sonra 1861'de
Abdzah bölgesini işgale başlayarak
oradan da Wubih
bölgesini işgal ettiler. En son da
1864'de başkent Soçi'yi ele
geçirdiler. Ve böylelikle Çerkeslerin
Kafkasya'da topraklarının tamamına
yakını işgal edilmiş oldu. 1860'dan
sonra başlayan büyük muhaceret geriye
yalnız nüfusunun % 5'ini bırakarak
böyle gerçekleşti. Bugünkü büyük
muhaceretten bu yana yüz
yirmi
üç yıl geçti. Çerkesler muhaceretle
beraber birçok ülkeye dağıldılar.
Başta Türkiye olmak üzere Suriye,
Ürdün, İsrail, Yugoslavya, Lübnan,
Irak, Kuveyt, Mısır, Libya, Arnavutluk
ve Madagaskar'a kadar yayıldılar.
Suriye'de başkent Şam, Halep, Hama,
Humus illerinde ve bazı köylerde
Çerkesler bulunmaktadır. Başkent
Şam'da Çerkeslerin oluşturdukları bir
Kuzey Kafkas Kültür Derneği de vardır.
Çerkeslerin bir kısmı Baascı olmakla
beraber, özellikle gençlerden daha
radikal eğilimli olanlar çıkmaktadır.
Burada dillerini kullanmaya bir
sakınca olmamakla beraber ulusal
azınlık statüsünde değillerdir.
Ürdün'deki Çerkeslerin durumu ise
Amman başta olmak üzere Varisin,
Zarka, Cereş gibi kentler ve bunların
yakınlarındaki köylerde
yaşamaktadırlar. Burada yaşayan
Çerkesler gerici Arap milliyetçisi
Kral Hüseyin yönetimiyle uzlaşan
Çerkes burjuvazisinin baskısı
altındadırlar. Bu işbirlikçi tutum
nedeniyle birçok Çerkes ilerici,
devrimci, sosyalisti, Filistin
halkının kurtuluş hareketine
katılmıştır. 1974 yılında Filistin
halkının Kral Hüseyin tarafından
katledildiği Kara Eylül harekatında
Filistin halkıyla beraber
çatışmışlardır. Bugün Filistin
hareketi içerisinde çok sayıda
kumandan, militan Çerkes
bulunmaktadır. İsrail'de ise ağırlıkla
Reyhaniye bölgesinde olmak üzere
Kfar-Kama bölgesinde Çerkesler
yaşamaktadırlar.
Çerkeslerin
kendilerine ait bir dernekleri olmakla
beraber, burada da ulusal azınlık
statüsünde değillerdir. Yugoslavya'da
çok küçük birimler halinde
yaşamalarına rağmen diğer azınlıklar
gibi kendilerine eşit haklar
tanınmıştır, ABD'deki Çerkeslere
gelince genellikle Paterson kentinde
yaşamaktadırlar. Burada yaşayanlar
özbenliklerinden kopmuş bir kütleyi
oluşturmaktadırlar. Bunun dışındaki
ülkelerde yaşayan Çerkesler dağınık ve
küçük birimler halinde yaşamlarını
sürdürmektedirler. Türkiye'deki
Çerkeslere gelince ise, başta Kayseri
Pınarbaşı (Uzun Yayla bölgesi) daha
sonra Güney Marmara, Sakarya ve Bolu
illeri, Orta Karadeniz bölgesiyle, İç
Anadolu'da ve Aydın, İzmir illerinde
Çerkesler yoğun olarak bulunmaktadır.
Çerkeslerin büyük muhaceretten
sonra Osmanlı İmparatorluğu içerisinde
iskan edilmeleri belli bir planla
siyasi tercihe göre şekillenmiştir.
Samsun, Amasya, Tokat, Yozgat, Sivas,
Uzunyayla, Göksun, Maraş, Çukurova,
Hatay şeklinde kuzeyden güneye doğru
inen bu hatta Türklerle Kürtlerin
yerleşim bölgeleri ayrıştırılmıştır.
Çerkeslere uygulanan bu muamele
Türkiye toprakları dışındaki
Çerkeslerin iskanında da aynen böyle
olmuştur. Özellikle Ürdün ve Suriye'de
toprağa yerleşik olan ve göçerlik
yapmayan Medenilerle bunların yerleşik
oldukları alanı yağmalayan ve
yaşamlarını böyle sürdüren Hadari ve
Bedeviler arasında Çerkesler
yerleştirilmiştir. Bu durum
Balkanlarda ise Osmanlının işgal
bölgelerinde Hıristiyanlarla
Müslümanlar arasında
yerleştirilmişlerdir. Böylesi bir
araya yerleşim merkezlerin her
çatışmanın içinde olmalarına neden
teşkil etmiştir. Balıkesir, Düzce,
Çanakkale, Adapazarı, Çukurova gibi
yerlere yerleştirilmelerinin nedeni
ise başka bir plana dayanmaktadır.
Amerikan iç savaşının başlaması
nedeniyle Avrupa'ya ithali mümkün
olmayan pamuk ve pamuk ipliği İngiliz
dokuma tezgahlarında ve tabii dokuma
sanayinde önemli durgunluğa neden
oldu. Bunun üzerine İngiliz hükümeti
Osmanlıya başvurarak Osmanlı
İmparatorluğu'nun bazı bölgelerinde
pamuk ekimi yapılmasını teklif etti.
Bu iş için Sudan'dan köleler
getirilirken, (bugün o yörede yaşamını
devam ettiren zencilerin bir kısmı
oradan getirilmedir) Osmanlı
toprakları içinden de Çerkesler
kullanıldı. Sudan'dan getirtilenlere
Aydın yöresi düştü, Çerkeslere de o
zaman bir bataklık olan Adana uygun
görüldü. Buraya giden Çerkesler çok
kısa bir zaman içinde telef oldular. O
günden bu zamana kalan Çerkes yok
denebilir. Bu plan Düzce
bataklıklarının kurutulmasında
tutmuştur. Bugün Türkiye'nin en
gelişmiş bölgelerinden olan Düzce
Çerkesler gelmeden önce yaşanması
mümkün olmayan bir bataklıktan başka
birşey değildi. Doğan Avcıoğlu Milli
Kurtuluş Tarihi adlı eserinde,
Çerkeslerin Çanakkale, Balıkesir,
Düzce, Bolu Bölgesine
yerleştirilmelerinde payitahta karşı
isyanların hep bu bölgede olmasına
bağlamaktadır.
Çerkeslerin daha
önceden belirlenmiş amaçlarla Osmanlı
İmparatorluğu içinde
yerleştirilmeleri, çıkarılan soyadı
kanunları, dilinin konuşulmasının
yasaklanması diğer uluslara olduğu
gibi Çerkeslere de zorla dayatılmış
asimilasyon metotlarıdır. "Tek dil,
tek kültür, tek ırk" anlayışı böylesi
bir politikanın ürünüdür. Çerkeslerin
1908 ve 1923 arasında olan bazı
hakları daha sonra kaldırılmıştır.
Bugün artık bundan 50-60 yıl önceki
Çerkes topluluğu yoktur. Geçmişte
Çerkes halkı belki okuma yazma
bilmiyordu ama anadilini iyi
biliyordu. Günümüzde resmi ideolojinin
baskısından geçmiş, eğitimini görmüş,
anadile bağlılığı yokolmuş insanların
sayısı artmıştır. Kapitalizmin
gelişmesi bundan yıllarca önce varolan
kapalı ekonomi ile beraber aile
ilişkilerini dağıtmıştır. Kapitalist
ekonomi gelişirken birçok şeyi yıkmış
ve yerine kendi anlayışına uygun olanı
yapmıştır. Bu oluşum sürecinde kendini
dışarıya kapayarak korumaya çalışan
etnik özellikler yıkılmış kendi
ürettiğini tüketen, başka halklarla
ailesel, kültürel, ticari bağlarını
sınırlı tutan Çerkes toplulukları
dağılmışlardır. Ülkenin her yerinden
köyden şehre göç başlamış, bununla
beraber köyün katışıksız Çerkesleri
yerine şehirlerin işçi, küçük esnaf,
aydın, küçük burjuva Çerkes aile
birimleri kalmıştır. Bu doğal gibi
görünen asimilasyonun önüne geçmek,
günümüzde Çerkes demokratları, ilerici
ve devrimcilerinin görevi olarak
durmaktadır. Bunu başarmanın biricik
yolu da örgütlenmedir. Bugün; Çerkes
asıllı onlarca demokrat, ilerici,
devrimci bulunmaktadır. Bunlar resmi
ideolojinin baskısından kurtularak
kendi halklarına bugün içinde
bulundukları örgütlenmelerin
içerisinden bilinç taşımayı
başarabilirlerse şimdilik bu ayrı ayrı
bir bilinç taşıma işi tarihsel bir
momentte kesişerek farklı bir
platforma sıçrayabilir.
Çerkeslerin bir örgütlülük içerisinde
görünmeye başlamaları 2. Meşrutiyet
sonrasına rastlar. 1908'de Çerkesler
bir dernek çatısı altında toplanarak
yayın faaliyetine başladılar. 1916'dan
sonra dini yayınlarında Arapça ile
beraber Çerkesce'yi
de kullandılar. 1918 ve 23 yılları
arasında kız ve erkeklerin ortak
eğitim gördükleri Çerkes Numune
Mektebini kurdular. Bu okulda
okutulmak üzere Çerkesce tarih ve
edebiyat kitapları bastılar. Guaze
adlı Çerkesce bir gazete (1911-13
yılları arasında) ve "Diyane" (Anamız)
adlı bir dergi (1920-23 yıllarında)
yayınlamışlardır. Bu dönemden sonra
uzunca bir süre suskunluk hakim olmuş,
faaliyet sadece alttan alta süren
ilişkiler biçiminde olmuştur. Yıl
1960'a gelince Türkiye toplumunda
sosyalist, ilerici fikirlerin
gelişmesine paralel olarak Çerkeslerin
de faaliyetleri başlamıştır. Önce
Kafkas Kültür Dernekleri kurulmuş,
daha sonra Kafkas dergileri çıkmıştır.
İlerici ve devrimci fikirler özellikle
Çerkes gençliği arasında yayılmış,
böylelikle Çerkeslerin sorunları
tekrar gündeme gelmeye başlamıştır.
Çerkeslerin Türk toplulukları
içerisinde asimile olmalarının önemli
nedenlerinden bir tanesi Türklerin
Kurtuluş Savaşı olarak başlayıp
kurtulamayış savaşı olarak sonuçlanan
savaştaki pozisyonlarına bağlamak
yanlış olmaz. Başlangıcında
emperyalizme karşı verilen mücadelenin
başlatıcısı, sonucunda ise Türklerin
kurtulamayış savaşı haline gelmesinde
yöneticisi Çerkesler ayırımı, Çerkes
toplumunu ikiye bölerek taraflardan
birini resmi ideoloji ile uyuma,
diğerini ise Kemalizme karşı olan her
türlü akıma adapte olmaya
sevketmiştir. Bu ikinci kategori
içerisinde sosyalist ve devrimci
fikirler taşıyanlar olmakla beraber
Kemalizme din kisvesi altında karşı
çıkan gruplar da bulunmaktadır. Konu
bu noktaya geldiğinde başlığı Çerkes
Ethem'den çekmek gerekir.
ÇERKES
ETHEM
Burada Çerkes
Ethem'in kim olduğu ve mücadelesinin
süreçleri ileride ayrı bir yazının
konusu olacağı için bu bölümlere fazla
değinilmeyecektir. Emperyalizme
karşı Kurtuluş Savaşı'nın
başlatıcılarından olan Çerkes Ethem,
12 Şubat 1919 günü İzmir eski Valisi
Rahmi Bey'in oğlu Alpaslan'ı kaçırarak
53 bin lira fidye aldı. Bu olay
Kurtuluş Savaşı'ndaki Ethem'in yerini
belirleyen olaylar dizisinin
başlangıcı olarak değerlendirilebilir.
Çünkü Ethem ve kuvvetleri (Kuvay-i
Seyyare) Kemalistlerin içinden
çıktıkları mütegallibe, bürokrat,
burjuva kesimlerin mülküne saldırmakta
bir sakınca görmemekteydi. Balıkesir
mutasavvıfını belli bir miktar para
ödemeye mahkum etmesi, birçok zenginin
Kurtuluş Savaşı yararına mallarına el
koyması hep Ankara Hükümetini ürkütür
olmuştur. Daha işin başında Çerkes
Ethem'in İzmir Valisi'nin oğlunu
kaçırması, daha sonra İzmir'e heykeli
dikilecek olan ilk kurşuncu Hasan
Tahsin Bey tarafından şöyle
yorumlanmaktaydı: "Çerkes Ethem,
Valiyi İngiliz düşmanı sayarak,
Çerkeslerin İngilizlere bağlı olduğunu
göstermek için Alpaslan'ı dağa
kaldırdı". Bu sözlerle İngilizlere
karşı olduğu zannedilebilen ilk
kurşuncu Hasan Tahsin mütarekeden
hemen sonra işbirlikçi "İngilizlere
Güven Verme Örgütü”nü savunmuş ve
kendisi gibi işbirlikçi olan Ali Kemal
ve Şahvet Lütfü ile beraber "Osmanlı
Sulh ve Selamet Cemiyeti”ni İzmir'de
kurmuştur. Şimdi İzmir'de kocaman bir
heykeli bulunan ve Türklerin
kurtulamayış savaşının başlatıcı
olduğu iddia edilen Hasan Tahsin'in
gazetesinde, "bizi yenen devletleri
kızdırmamak, gücendirmemek ve bir olay
çıkarmamak gerekir, ancak bu sayede
Anadolu'yu elimizde tutma olanağı
vardır" (6) diye yazmaktaydı.
Görüldüğü gibi Çerkes Ethem'e İngiliz
işbirlikçisidir diye çamur atan "ilk
kurşuncu" Hasan Tahsin Bey, kendisi
tam tamına bir işbirlikçidir. Daha
sonraları Ethem'in hainliğini iddia
edenlerin ilk kurşuncu Hasan Tahsin
Bey'e olan benzerlikleri şaşırtıcıdır.
Daha işin başından itibaren Çerkes
Ethem'e karşı komplo döndürmeye
kalkanlar, daha sonra taktik
değiştirerek ona yanaşmışlar, kendi
güçlerini topladıktan sonra ise tekrar
saldırmışlardır.
Çerkes Ethem 1
Ocak 1921 tarihinde İsmet İnönü'ye
çektiği telgrafta şöyle demektedir: "A
gözünü sevdiği biçareler! Talim
terbiye ile 93'den beri kazandığınız
en ufak muharebeyi gösterebilecek
vaziyette olsanız, bu iddianıza o
kadar hayret ve teaccup etmeyeceğim...
". Aynı telgrafta devamla "Tarih beni
az sizi çok lanetleyecektir. Baki
Selam."(7). İşte, burjuvazinin düzenli
ordusuna karşı bir halkçının böylesi
değerlendirmesi, burjuvazinin acele
bir zafere olan ihtiyacını hep
gündemde tuttu. Kendisi muhafazakar
bir tarihçi olan, ama resmi
ideolojinin ilerici olduğunu iddia
ettiği tarihçilerinden birçok konuda
daha gerçeğe bağlı şeyler yazan Cemal
Kutay Çerkes Ethem için şöyle
demektedir: "Kurtuluş Savaşı'na son
anda katılanlar Çerkes Ethem gibi
mücadeleyi en başından beri
göğüsleyenleri bir kenara ittiler,
Ethem'e muhtelif komplolar
düzenleyerek hain ilan etmeyi
başardılar."(8)
Ankara Hükümeti
tarafından Çerkes Ethem'in en şüphe
çeken tarafı yukarıda da belirttiğim
gibi burjuvazinin kutsal mülküne hiç
aldırmadan el koyabilmesi idi. Bu
durumun sürekli şikayetçilerinden aynı
zamanda Mustafa Kemal'in içki sofrası
mezelerinden Yunus Nadi Bey şöyle
buyurmaktadır. "Belki herkesin mal ve
mülkünü almış olması daha kuvvetli
idi. Milli kuvvet kumandanlarına göre
bu türlü tedbirlere pekala
başvurulabilirdi". (Burada kastedilen
milli kuvvetler Çerkes'in
kuvvetleridir.) Ankara Hükümeti,
Çerkes Ethem'in sürdürdüğü mücadeleden
sürekli ürküntü duymuş ve bu
çevrelerin sızlanması hiç bitmemiştir.
Sızlanmanın nedeni ise Kurtuluş
Savaşı'nın sürdürülebilmesi için
senelerdir halkı soyan aracı, tüccar,
rüşvetçi mutasavvıflar gibi
bürokratlardan vergi aldığı, koyun,
bulgur, buğday gibi yiyecek maddesi
topladığındandır. Burjuvazi kedi
pazarına sahip olmak için katıldığı bu
savaşın bile giderlerini yoksul
Anadolu halklarına yüklemek
istemekteydi. Çerkes'in kuvvetlerinden
ürküntü duyanlar bir gün Çerkes'in
daha kuvvetlenip siyasetin bütününün
belirlemesinden endişe etmekteydiler.
Halbuki Çerkes mücadelesinin hiçbir
zaman odağına iktidarı koymamıştı,
zaten tasfiye olmasının bir nedeni de
bu değil miydi? Mücadelesinin odağına
iktidarı koymayanların kazandıkları
nerede görülmüş ki! Çerkes Ethem'in
mücadele sürdürdüğü yerlerdeki
metotlarından ürküntü duyanlar istenen
yardımı verdikten hemen sonra soluğu
Ankara'da alıyorlar ve kendilerine
biraz sabırlı olmaları tavsiye
ediliyordu. Çünkü Ankara Hükümeti bu
işten herkesten daha çok tedirgindi.
"Eski şehirde tüm zenginleri bir araya
toplayan Çerkes Ethem 6 saat
içerisinde 80 bin altın emretmiş ve bu
isteği hemen yerine getirilmişti"(9).
Aktarmadan da anlaşılacağı üzere
tedirginliğin ne düzeye geldiği
anlaşılmaktadır. İşte tam bu noktada
Çerkesi tasfiye etmek için bir yol
buldular. Bu yol İsmet Bey'in
yıldızını parlatacak olan uydurulmuş
bir İnönü zaferiydi. Bu olay Çerkes
Ethem'in hatıralarında, Cemal Kutay'ın
yazılarında, zoraki diplomat Yakup
Kadri Karaosmanoğlu'nun "Politikada
Kırkbeş Yıl" adlı eserinde ve
bunlardan daha açık bir şekilde hocam
Yalçın Küçük'ün “Türkiye Üzerine
Tezler”de çok açık bir şekilde ortaya
konmuştur.
Anadolu
burjuvazisinin, içinde Ethem'in
olmadığı bir uydurma da olsa zafere
ihtiyacı var idi. Bu da sonunda
bulundu, İnönü zaferi, hani bu
"Türk'ün makus talihini yendiniz" adlı
telgrafla kutlanan (Bu telgrafın da
metnini Mustafa Kemal'in değil
Hamdullah Suphi Tanrıöver'in yazdığı
sonradan anlaşılmıştır) meşhur zafer.
Tabii İnönü'de bir zaferin var
olabilmesi için bundan hemen önce
Çerkes'in Yunan kuvvetlerini bozguna
uğrattığı Gediz zaferini bir yenilgi
ve hezimet saymak gerekecekti ve öyle
de oldu. Devlet tarafından yazdırılmış
olan "Türk İstiklal Harbi" ciltlerinde
bile İnönü zaferi diye bir zaferin
olmadığı, Gediz taarruzunun ise
başarılı olduğu anlaşılmaktadır. Bu
gerçeği tüm mücadele boyunca Çerkes
Ethem'le hiç anlaşamayan Refet Bey
bile teslim etmektedir. "Birinci İnönü
Zaferi münasebetiyle İsmet'i bir milli
kahraman mertebesine çıkaran
makalenizi okudum. Çok şairane idi
doğrusu o yazınız. Fakat hakikatle hiç
alakası yok" (10). Aynı konuşmada
Mustafa Kemal'in bu kazanılan zafer
nedeniyle çektiği telgrafın hikayesi
ise şöyle: "Ona ne şüphe bahsettiğiniz
telgrafı yazanın da sizin edebiyat
arkadaşlarınızdan biri olduğunu
bilmiyorsunuz " (11)
Ve böylece
uydurulmuş bir İnönü zaferi ve onun
bir kahramanı İsmet Bey ile
kazanılmasına rağmen kaybetmiş
gösterilen Gediz taarruzunu ve
"yenilmiş" kumandan Çerkes Ethem
ortaya çıkmış bulunuyor. Bundan sonra
ihtiyacı olan bir zaferi gerçek dışı
metotlarla da olsa kazanmış olan
burjuvazi Çerkes Ethem'i artık tasfiye
edebilmenin uygulamasına geçiyor.
Bundan sonrasında öylesine metotlar
geliştiriliyor ki, bu kısa yazının
sınırlarını çok aşar.
Çerkes
Ethem, Türkiye'de yaşayan halklara
karşı hiçbir zaman hainlik etmemiş,
burjuvazinin muhtelif oyunlarıyla
tasfiye edilmiştir. Bu tasfiyede Reşit
ve Tevfik Bey'lerin yanlışlıkları
kadar siyaset denen sanatı az
bilmesinin de rolü olmuştur. Ama tabii
ki, sınıf olarak dayandığı ve
kendisinin de dahil olduğu küçük
burjuva kökenin iktidar talep
edemeyecek bir karakter taşıması işin
belirleyicisi olmuştur. Burada Çerkes
Ethem'in bilemediği siyaset,
"burjuvazinin siyasetiydi". Çerkes
Ethem'i bizzat Mustafa Kemal ve İsmet
inönü tasfiye etmişlerdir. Çerkes
Ethem tüm alçakça provokasyonlara
rağmen halka karşı ayaklanmamış,
sorunu sadece düzenli orduya karşı
olmakmış gibi görmemiş ve bu anlamda
karşı olmamış, üzerine asker
sevkedilip, arkadan vurulmak
istendiğinde vuruşmaktan kaçınıp,
kendisi gibi Çerkes olanlar da dahil
hepsini serbest bırakmış, hatta böyle
telef olmaktan düzenli orduya
katılmaya ikna etmiştir.
"Kurtuluş Savaşının" tek Çerkesi Ethem
değildir. Çerkes Ethem ve
kardeşlerinden başka Ankara Hükümeti
ile beraber olan çok sayıda askeri ve
siyasi önderlikte bulunan Çerkes
vardır. Bunlardan şunları sayabiliriz:
Yusuf İzzet Paşa, Albay Bekir Sami
Bey, Moskova Elçisi ve 20. Kolordu
Komutanı ve Kuvay-i Milliye Genel
Komutanı Ali Fuat Paşa, Rauf Bey
(Orbay), temsil kurulu üyesi, daha
sonra Dışişleri Bakanı Bekir Sami Bey.
Bu ekip Mustafa Kemal ve ekibiyle
uzlaşan Çerkesler grubunu teşkil eder.
Kuvay-i Seyyare ve onun kumandanı olan
Çerkes Ethem'le beraber olanlar ise,
bu ekiple hep çatışmış olanlardır.
Birinci ekibe dahil olanlar genellikle
Mustafa Kemal'e bağlılıklarına rağmen
daha sonra tasfiye olmaktan kur
kurtulamamışlardır. Bu, Çerkesler
arasındaki Kurtuluş Savaşı'na karşı
olan farklılık, Çerkes topluluğunu da
Mustafa Kemal ve Ankara Hükümetine
karşı tavır alışta parçalamıştır.
Birinci grubun savunucuları
Çerkesliklerini reddeder bir biçimde
Türk boylarından biri olduklarını dahi
kabul ederek, hep asimilasyona açık
olmuşlardır. İkinci gruptan olanlar
ise Kemalist saldırı karşısında
savunma siperini çok gerilere kazarak,
sadece varlıklarını muhafaza
edebilmişler, zaman zaman ise gerici
akımlara alet olabilmişlerdir. Ama her
şeye rağmen Çerkesliklerini
muhafaza etmede bu grup daha başarılı
olmuştur.
Son olarak Çerkes
Ethem'in o dönemde tüm dünyayı
etkileyen 1917 Bolşevik Devrimi'ne
ilişkin görüşlerinden bahsedersek bu
konuyu en iyi açıklayan metin olan 27
Eylül 1921'de Kastamonu'da yayınlanan
Açık Söz gazetesinde çıkan bir
mülakata başvurmalıyız. Bu mülakatta,
Çerkes Ethem şöyle demektedir: "Evet,
Bolşeviklik cihanı istila edecektir.
Biz onu layık olduğu hisle karşılayıp,
kabul edersek memleket herhalde mesut
olacaktır. Emin olunuz, Bolşevizm
halihazırda içinde bulunduğumuz
felaketlerden ziyade istikbalimiz için
daha müsmir ve daha nafi olacaktır.
Şimdi memleketi kurtaracak istikbalde
hayat ve saadet-i beşeriyeyi temin
edecektir..."
Çerkesler ve
Çerkes Ethem konusunda daha çok şey
yazılması gerekir. Özellikle bu ve
buna benzer konularda sosyalistler
resmi tarihle hesaplaşmalıdırlar.
Böyle yapılmadığı takdirde sınıfın
tarihi de onun gerçek sahipleri
tarafından değil, ısmarlama bir
şekilde konuya alakası sadece hobi
olanlar tarafından yazılacaktır.
KAYNAKLAR:
1) Bugünkü Türk ili Türkistan
ve Yakın Tarihi" A. Zeki Velidi Togan,
s. 145-163 2) Bugünkü Türk
ili Türkistan ve Yakın Tarihi" A. Zeki
Velidi Togan, s. 145-163 3)
Kabartay Balkar Özerk Cumhuriyet
Tarihi” (Moskova 1967) 4)
Odysseia” Homeros (Can Yayınları,
Bölüm 9, s. 173, Bölüm 295) 5)
Osmanlı Tarihi" İsmail Hakkı
Uzunçarşılı, Cilt. 5, Bolum 1, s. 582
6) Ege'de Kurtuluş Savaşı
Başlarken” Nurdoğan Taşalan 7)
Çerkes Ethem Kuvvetlerinin İhaneti”
İstanbul 1955, Yunus Nadi 8)
Çerkes Ethem Kuvvetlerinin İhaneti”
İstanbul 1955, Yunus Nadi 9)
Mustafa Kemal ve Çetecilik” Yavuz
Abadan 10) Politikada 45
yıl” Ankara 1968, Yakup Kadri
Karaosmanoğlu 11) Politikada
45 yıl” Ankara 1968, Yakup Kadri
Karaosmanoğlu |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|